Pithecanthropus [Java Adamı] bir insan değildi, şebeklere bağlı büyük bir cinsti, fakat beyninin fazlasıyla büyük boyutlu olması yüzünden şebeklerden üstündür ve iki ayak üzerinde durup yürüyebilme becerisiyle şebeklerden ayrılır. Genellikle insansı maymunların iki katı, insanların da yarısı kadar sefalizasyona [beyin hacminin vücudun hacmine oranı] sahipti…
Trinil’in “Maymun Adamı” Java’nın, günümüzde neredeyse genel geçerlik kazanmış olan ilkel bir insan olduğu yönündeki görüşün doğmasına sebep olan şey, insansı bir maymun için çok çok büyük ve ortalama insan beyniyle karşılaştırıldığında küçük olan beyninin (her ne kadar en küçük insan beyninden daha küçük olmasa da) şaşırtıcı boyutuydu. Bununla birlikte, kalvaryası [kafatası kubbesi] insansı maymunlara, özellikle de şebeklerinkine, biçimsel olarak yakından benziyor. . .
Diğerlerinin Dubois’in bu sözünü, Pithecanthropus ‘un sadece kocaman bir şebek olduğu ve şebeklerle insanlar arasında bir geçiş formu olmadığı şeklinde yorumlamalarının Dubois’in asabiyetine bir faydası olmadığına eminim. Bu yüzden Dubois daha önceki duruşunu tekrar vurgulamak için çok çabaladı: “Trinil’in Pırhecanrhropus’unun gerçek ‘kayıp halka’ olduğuna hala ve eskisinden de güçlü olarak inanıyorum.”
Yaradılışçılar zaman zaman, Pithecanthropus’un ara form olan bir maymun-adam olduğu iddiasından Dubois’in geri adım atışını politik bir silah olarak kullandılar. Bununla birlikte, yaradılışçı bir organizasyon olan Tekvindeki Cevaplar (Answers in Genesis) bu iddiayı, geçersiz hale gelen savlar listesine ekledi ve iddianın artık kullanılmaması gerektiğini söyledi. Böyle bir liste tuttukları için onlara saygı duymak lazım. Daha önce söylediğim gibi, Pithecanthropus’un hem Java hem de Pekin örneklerinin oldukça genç yani bir milyon yıldan daha genç oldukları gösterilmiş bulunuyor. Artık bizimle birlikte Homo cinsi içinde, fakat Dubois’in koyduğu tür ismi olan erecrus’u koruyarak sınıflandırılıyorlar: Homo erectus.
Dubois azimle başladığı “kayıp halka” macerasına atılmak için dünyanın yanlış yerini seçmişti. Bir Hollandalı olarak ilk önce Hollanda Doğu Hint Adalarına yönelmesi doğaldı, fakat onun kararlılığında bir adamın Darwin’in nasihatini dinlemesi ve Afrika’ya gitmiş olması gerekirdi: zira, az sonra göreceğimiz gibi, atalarımızın evrildiği yer Afrika’ydı. Peki o zaman bu Homo erectus örnekleri neden Afrika’dan ayrılmışlardı ve Asya’da işleri neydi? “Afrika’dan çıkış” sözü, atalarımızın Afrika’dan gerçekleştirdikleri muazzam göçü tanımlamak için Karen Blbcen’den1 alınmıştır. Fakat yapılan iki farklı göç vardı ve bunları birbirine karıştırmamamız çok önemli. Görece daha yakın zamanda, belki de 100.000 yıldan da az bir süre önce, bize bayağı benzeyen gezgin Homo sapiens grupları Afrika’dan ayrıldı ve bugün dünyanın her yerinde gördüğümüz ırklara ayrıldı: Eskimo, Kızılderili, Aborijin, Çinli, vesaire. İşte “Afrika’dan çıkış” sözü aslında bu yakın zaman göçü için söylenir.
Fakat Afrika’dan bunun öncesinde de bir göç gerçekleşmişti ve bu erectus öncüler Asya ve Avrupa’da, aralarında Java ve Pekin örneklerinin de olduğu fosiller bıraktılar. Afrika dışından bildiğimiz en eski fosil orta Asya’da bir ülke olan Gürcistan’da bulunmuştu ve kendisine “Gürcü Adam” lakabı verilmişti: (oldukça iyi korunmuş) kafatasının bugünkü modern yöntemlerle 1,8 milyon yıl yaşında olduğu belirlenen minyon bir yaratıktı bu. Hepsi de Homo erectus olarak sınıflandırılan Afrikalı ilk mültecilerden daha ilkel olduğunu belirtmek için (bazı taksonomlar (sınıflandırmacılar) tarafından, zira diğerleri onu ayrı bir tür olarak tanımıyorlar) Homo georgicus olarak isimlendirildi. Daha yenilerde, Gürcü Adam’dan biraz daha eski bazı taş aletler Malezya’da keşfedildi ve bu keşif bu yarımadada fosil kemiklerin yeniden aranmaya başlamasını tetikledi. Ama her koşulda, bütün bu erken Asya fosilleri çağdaş insanlara oldukça yakınlar ve bugünlerde Homo cinsinde sınıflandırılıyorlar; çok daha eski atalarımız için Afrika’ya gitmemiz gerekiyor. Fakat ondan önce, bir “kayıp halkadan” neler beklemeliyiz sorusunu sormak için bir duralım.
Bu tartışmanın uğruna, farzedin ki, “kayıp halka” kavramını başlangıçtaki allak bullak anlamıyla ciddiye alalım ve şempanzelerle (solda) aramızda bir ara form arayalım. Biz doğruca şempanzelerden türemedik, fakat onlarla paylaştığımız ortak atanın bizden çok şempanzelere benziyor olduğunu söylemek kulağa adil geliyor. Bu atanın, özellikle bizimki gibi kocaman bir beyni yoktu, büyük ihtimalle dik yürümüyordu, bizden çok daha kıllıydı ve kesinlikle konuşma dili gibi gelişmiş insan özellikleri yoktu. Yani, sık karşılaştığımız bu yanlış anlama karşısında her ne kadar şempanzelerden türemediğimize dair tutumumuzu korumamız gerekse de, biz insanlar ve şempanzeler arasındaki bir form acaba nasıl bir şeye benzerdi diye sormanın bir zararı yok.
Eh, kıl ve konuşulan dil pek iyi fosilleşmiyor, fakat beynin büyüklüğü hakkında kafatasından, yürüme biçimiyle ilgili olarak da iskeletin tamamından (iskelette foramen magnum, yani omuriliğin kafatasının içinden geçtiği delik, iki ayak üzerinde yürüyenlerde aşağı doğru bakarken dört ayak üzerinde yürüyenlerde geriye doğru baktığı için kafatası da dâhil olmak üzere bütün iskeletten) iyi ipuçları elde edebiliriz. Kayıp halka olmaya aday örnekler şu özelliklerden birine sahip olabilir:
1. Orta seviyede beyin büyüklüğü ve orta seviyede yürüme biçimi: belki de başçavuşlar ve hanımefendilerin tercih ettiği gururlu bir dik yürüyüşten ziyade bir çeşit kambur ve badi badi yürüme biçimi.
2. Şempanzeninki büyüklüğünde bir beyin ve insan gibi dik yürüme biçimi.
3. Büyük, insanınki gibi bir beyin, şempanze gibi dört ayak üzerinde yürüme.
Şimdi bu olasılıkları aklımızda tutarak, bizim elimizde olan ama Darwin’in inceleme şansına sahip olmadığı pek çok Afrikalı fosilden bir kısmını inceleyelim.
10. Bölümde anlatacağım moleküler kanıtlar, şempanzelerle ortak atamızın yaklaşık altı milyon yıl ya da biraz daha önce yaşamış olduğunu gösteriyor, öyleyse haydi aradaki farkı ikiye bölelim ve yaklaşık üç milyon yıl yaşında olan fosillere bakalım. Bu devrin en ünlüsü olan fosil, kendisini Etiyopya’da keşfeden Donald Johanson tarafından Australopithecus afarensis olarak sınıflandırılan “Lucy’dir”. Ne yazık ki elimizde Lucy’nin kafatasının sadece bazı parçaları var, fakat alt çenesi beklenmedik şekilde iyi korunmuş. Lucy, günümüz standartlarına göre küçük yapılıydı, ama Homo floresiensis kadar değil. Gazeteler, şok edecek kadar yakın bir zaman önce, Endonezya’daki Flores adasında soyu tükenmiş olan bu küçük yaratığa sinir bozucu şekilde “Hobit” ismini takmışlardı. Lucy’nin iskeletinin parçaları, onun iki ayak üzerinde yürüdüğüne ama büyük ihtimalle çevik bir şekilde tırmanabildiği ağaçlarda saklandığına işaret edecek bütünlükte. Lucy e ait olduğu düşünülen kemiklerin hepsinin gerçekten de sadece tek bir bireye ait olduğuna dair iyi kanıtlar var. Öte yandan aynı durum, Lucy’e benzeyen veya hiç olmazsa aynı dönemden olan ve yine Etiyopya’da, bir şekilde birlikte gömülmüş en az on üç bireyin bir yığın kemiklerinden oluşan “İlk Aile” için geçerli değil. Lucy’nin ve İlk Ailenin parçaları Australopithecus afarensis’m nasıl göründüğüne ilişkin iyi bir ilk izlenim yaratıyor, ama pek çok farklı bireyden elde edilen parçalarla güvenilir ve gerçeğe uygun bir canlandırım yapmak çok zor. Neyse ki, 1992’de Etiyopya’nın aynı bölgesinde, AL 444-2 ola-
rak bilinen oldukça eksiksiz bir kafatası bulundu (solda) ve bu keşif daha önce yapılan ama kesinleşmeyen canlandırımları da doğrulamış oldu.
Lucy ve benzerleriyle ilgili çalışmaların vardığı sonuç, bunların beyinlerinin şempanzele-rinkiyle yaklaşık aynı büyüklükte olduğu fakat şempanzelerin aksine, aynı bizim gibi arka ayakları üzerinde dik yürüdükleridir; yani yukarıda varsaydığımız üç farklı senaryodan ikincisi: “Lucyler” biraz dik yürüyen şempanzeler gibiydi. Onların ikiayaklılık özelliği Mark Leakey’in fosilleşmiş bir volkan külünde bulduğu kuvvetli çağrışımlar yapan bir dizi ayak izi tarafından çarpıcı biçimde doğrulanmıştır. Bunlar daha güneyde, Tanzanya’daki Laetoli’dedir ve Lucy’den de AL 444-2’den de yaşlıdır: yaklaşık 3,6 milyon yıl yaşında. Genellikle yanyana yürüyen (belki de el ele?) bir çift Australopithecus afarensis’e ait oldukları düşünülür ama burada asıl önemli olan şudur ki, 3,6 milyon yıl öncesine varılana dek, iki ayağı üzerinde dik duran bir maymun Dünya üzerinde yürüyordu, ayakları bizimkine bayağı benziyordu ve beyni bir şempanzeninki kadardı.
Australopithecus afarensis adını verdiğimiz türün (Lucy’nin türü) üç milyon yıl öncesinden olan atalarımızı içermekte olduğu çok olası görünüyor. Diğer fosiller aynı cins altında farklı türler olarak sınıflandırıldılar ve bizim atalarımızın bu cinsin üyeleri olduğu neredeyse kesin. Keşfedilen ilk Australopithecus ve bu cinsin ilk numunesi, Taung Çocuğu adı verilen bir fosildi. Taung Çocuğu henüz üç buçuk yaşındayken bir kartal tarafından yenmişti. Kanıtların gösterdiğine göre, fosilin göz yuvalarındaki izler günümüzde yaşayan kartalların yine günümüz maymunlarının gözlerini çıkarırken maymunlarda bıraktıkları izlerin tıpatıp aynısı. Zavallı küçük Taung Çocuğu, göklerde kartalların gazabıyla taşınırken, rüzgâra acı bir çığlık bırakıyorsun, kaderine yazılmış olan kavuşacağın ünü bilmek bile seni rahatlatamaz bu anda, iki buçuk milyon yıl sonra, Australopithecus africanus’un ilk numunesi olacaksın. Zavallı anne Taung, Pliosen’de gözyaşları döküyor.
İlk numune, bir türün isimlendirilen ve bir müze tarafından kendisine etiket verilen ilk bireyidir. Teorik olarak, daha sonra bulunanörnekler, türe uygunluklarının belirlenmesi için bu ilk numune ile karşılaştırılır. Taung Çocuğu 1924 yılında Güney Afrikalı insan bilimci Raymond Dart tarafından keşfedildi ve Dart ona yeni bir cins ve tür ismi verdi.
Peki “tür” ile “cins” arasındaki fark nedir? Daha ileri gitmeden gelin bu soruyu hızlıca yanıtlayıp önümüzden kaldıralım. Cins daha içerikli bir bölümdür. Bir tür bir cinse dâhildir ve genellikle bu cinsi başka türlerle paylaşır. Homo sapiens ve Homo erectus, Homo cinsi içindeki iki türdür. Australopithecus africanus ve Australopithecus afarensis, Australopithecus cinsi içindeki iki türdür. Bir hayvanın ya da bitkinin Latince ismi her zaman büyük harfle başlayan bir cins ismini takiben küçük harfle başlayan tür isminden oluşur. Her iki isim de eğik (italik) yazılır. Bazen bunlara ek olarak bir de alt-tür ismi bulunabilir, bu da örneğin Homo sapiens neanderthalensis’te olduğu gibi tür isminden hemen sonra gelir. Sınıflandırmacılar isimler konusunda sık sık anlaşmazlık yaşarlar. Örneğin çoğu sınıflandırmacı Homo sapiens neandert-halensis yerine Homo neanderthalensis der, böylece Neandertal’leri alt-türden tür statüsüne yükseltmiş olur. Cins isimleri ve tür isimleri genellikle tartışma konusu olur ve bilimsel literatürde sürekli yapılan gözden geçirmeler sonucu değişebilir. Zamanında, Paranthropus botsei’nin ismi Zinjanthropus boisei ve Australopithecus boisei1 idi ve hala da gayri resmi olarak (yukarıda sözünü ettiğimiz iki “zayıf” (çelimsiz) Australopithecus türlerinden değil de) gürbüz bir Australopithecus olarak anılır. Bu bölümün ana mesajlarından biri hayvanbilim-sel sınıflandırmanın biraz gelişigüzel olan doğasıyla da ilgili.
Raymond Dart, o zamanlar Taung Çocuğuna, yani cinsin ilk numunesine Australopithecus ismini vermişti ve atamıza verilen iç karartıcı derecede hayal gücünden yoksun bu isim üzerimize yapışıp kaldı. Bu kelime sadece “güneyli maymun” manasına geliyor. “Güney ülkesi” anlamına gelen Avustralya (Australia) ile hiçbir alakası yok. Dart böyle önemli bir cins için çok daha yaratıcı bir isim düşünebilirdi. Hatta, bu cinsin diğer üyelerinin
daha sonraları ekvatorun kuzeyinde keşfedileceğini de düşünebilirdi.
Her ne kadar alt çenesi olmasa da elimizdeki en harika şekilde korunmuş kafataslarından biri, Taung Çocuğundan biraz daha yaşlı olan Bayan Ples. Bayan Ples, ki kendisi aslında irice bir dişiden ziyade ufak bir erkek “Bayan PW de olabilir, ilk başta Plesianthropus cinsi altında sınırlandırıldığı için bu takma adı almıştır. Plesianthropus “neredeyse insan” anlamına gelir ki bu “güneyli maymundan” çok daha iyi bir isimdir. İnsan istiyor ki, sınıflandırmacılar daha sonraları Bayan Ples ve benzerlerinin aslında Taung Çocuğu ile aynı cinsten olduğuna karar verdiklerinde Plesianthropus ismi bütün bu türlerin ismi haline gelsin. Ne yazık ki, hayvanbilimsel isimlendirmenin kuralları kölelik derecesinde katıdır. Hangi ismin daha önce ortaya atıldığı, mana ve uygunluktan önce gelir. “Güneyli maymun” berbat bir isim olabilir ama ne yapalım: çok daha anlamlı olan Plesianthropus’tan daha önce ortaya atılmış ve başka seçeneğimiz yok, tabi eğer . . . Haylaz bir ruh hali içinde hala umuyorum ki bir gün biri Güney Afrika’daki bir müzenin tozlu bir rafında uzun zaman önce unutulmuş bir fosil bulacak ve bu fosilin Bayan Ples ve Taung Çocuğu ile aynı çeşitten olduğu apaçık olacak, ama fosilin üzerindeki bir etikette kargacık burgacık bir yazı olacak ve o yazı şunu diyecek: “Hemianthropus ilk numune, 1920”. Böylece, bir anda, dünyanın dört bir yanındaki bütün müzeler ellerindeki Australopithecus örneklerini ve alçılarını yeniden etiketlemek zorunda olacak ve hominid tarihiyle ilgili kitaplarla makaleler de aynı şeyi yapmak zorunda kalacak. Dünyanın her yerinde kelime işlemcisi programlar, metinlerde beliren Ausrra/opırhecusları tek tek bulup Hemianthropus ile değiştirmek için fazla mesai yapacak. Uluslararası kuralların dilde, hem dünya çapında geçerli hem de geçmişe yönelik olan bir değişimi zorunlu kılabileceği başka bir yol aklıma gelmiyor.

Şimdi solda Twiggy adı verilen kafatasına bakın. Tvviggy de bugünlerde genellikle Homo habilis olarak sınıflandırılıyor. Fakat Tvviggy’nin ileri çıkık burnu onun, 1470 ve 1813’tense Bayan Ples’i andırmasına sebep oluyor. Büyük olasılıkla, Twiggy’nin bazı insan bilimciler tarafından Australopithecus cinsine bazıları tarafından ise Homo cinsine dâhil edildiğini duyunca şaşırmayacaksınız. Hatta aslına bakılırsa bu üç fosilin her biri, ayrı ayrı zamanlarda Homo ha-bilis ve Australopithecus habilis olarak sınıflandırıldılar. Daha önce belirttiğim gibi, bazı yetkililer kimi zaman 1470’in ismini habilis’ten rudolfensis’e değiştirmek suretiyle ona farklı tür isimleri vermişlerdi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, tür belirleyici isim olan rudolfensis her iki cins ismine de, yani Australopithecus ve Homo ya, eklenmiştir. Özetle, bu üç fosil, yetkililer tarafından farklı zamanlarda farklı şekillerde aşağıda listelenen şu isimlerle anılmıştır:
Australopithecus rudolfensis, Homo rudolfensis OH 24 (“Twiggy”): Australopithecus habilis, Homo habilis
O halde, aşamalı değişimin, ta üç milyon yıl önceki “dik yürüyen şempanze” Lucy’den biz modern insanlara dek çok güzel bir fosil belgesi var. Tarih inkarcıları bu kanıtlarla nasıl başa çıkıyor? Kimisi lâfzî inkârla. Buna 2008’de Charles Darwin’in Dehası isimli bir Kanal Dört (Channel Four – Bir İngiliz TV kanalı) belgeseli için yaptığım bir röportaj sırasında rastladım. “Amerika’nın Endişeli Kadınları” oluşumunun başkanı Wendy Wright’la röportaj yapıyordum. Kendisinin “Ertesi gün hapı1, bir çocuk sapığının en yakın dostudur” şeklindeki yorumları nasıl bir mantığa sahip olduğu hakkında iyi bir fikir veriyor ve nitekim söyleşimiz sırasında beni bu konuda hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Televizyondaki belgesel için bu söyleşinin çok küçük bir bölümü kullanıldı. Şimdi okuyacağınız ise söyleşinin daha uzun yazılı bir nüshası, fakat bu bölümün amacına yönelik olarak kendimi Wright’la insanın atalarının fosil kayıtlarını konuştuğumuz kısımla sınırlandırdım.
Wendy: Geri dönmek istediğim konu evrimcilerin hala evrimi destekleyecek bilime sahip olmamaları. Onun yerine, evrimi desteklemeyen bilim sansürleniyor. Mesela evrimin, bir türden diğerine gidildiğini gösteren hiçbir kanıtı yok. Eğer olsaydı, eğer evrim gerçekleşmiş olsaydı o zaman mutlaka, ister kuşlardan memelilere ya da, ya da daha ötesine gitsin, mutlaka en azından bir tane kanıt olurdu.
Richard: Ama inanılmaz miktarda kanıt var zaten. Özür dilerim ama sizin gibiler bunu adeta bir mantra gibi tekrarlayıp duruyorsunuz çünkü, siz, siz sadece birbirinizi dinliyorsunuz. Yani, eğer gözlerinizi açıp da kanıtlara bir bakabilseydiniz …
Wencfy: Tamam bana gösterin, bana şeyi gösterin, kemikleri gösterin, bir vücut gösterin, bana bir türden diğerine geçişin aşamalarının kanıtını gösterin.
Richard: Ne zaman iki tür arasında olan bir fosil bulunsa siz hep “Aaa işte bakın, şimdi bir yerine iki boşluk daha oluştu” diyorsunuz. Yani, bulunan fosillerin hemen hepsi zaten bir şeyle başka bir şey arasındaki bir geçiş formu.
Wendy [gülüyor]: Eğer dediğiniz doğru olsaydı, Smithsonian Doğa Tarihi Müzesi bütün bu örneklerle dolup taşıyor olurdu, ama öyle değil.
Richard: Hayır öyle, tabi ki öyle . . . insanlar açısından, Darvvin’den bu yana, insan fosillerindeki ara formlara ilişkin artık muazzam miktarda kanıt ve mesela Australopithecus’un da bir sürü türü var, ve . . . sonra, Homo habilis var – bunlar daha yaşlı bir tür olan Australopithecus ile daha genç olan Homo sapiens arasındaki formlar. Yani, peki neden bunları ara form olarak kabul etmiyorsunuz?
Wendy: . . . eğer evrimin gerçek kanıtları olsaydı bunlar müzelerde gösteriliyor olurdu, sadece çizimlerle değil.
Richard: Size az önce Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus, Homo sapiens – arkaik Homo sapiens ve nihayet modern Homo sapiens’ten bahsettim – bunlar güzel bir dizi ara formdur.
Wendy: Ama hala cismen bir kanıtınız yok, bu yüzden …Richard: Kanıt cismen orada. Müzeye gidin ve görün . . . Yani herhalde onları buraya getirmiş değilim, ama istediğiniz herhangi bir müzeye gidebilir ve bir Australopithecus, bir Homo habilis, bir Homo erectus, bir arkaik Homo sapiens ve bir de modern Homo sapiens görebilirsiniz. Harika bir dizi ara form. Niçin sürekli size kanıt gösterdiğim halde “Bana kanıt göster” deyip duruyorsunuz? Müzeye gidin ve kendi gözlerinizle görün.
Wendy: E gittim zaten. Müzelere gittim ve buna rağmen hala benim gibi ikna olmamış bir sürü insan var…
Richard: Peki, peki Homo erectus ü gördünüz mü?
Wendy: Ve bana kalırsa, bizi inanmaya zorlamak ve sansürle-mek yönünde bir çaba var, biraz da saldırgan bir çaba bu. Bu sanki pek çok insanın hala evrime inanmamasının hüsranından kaynaklanıyor. Şimdi eğer evrimciler inançlarında kendilerine güvenli olsalardı bilgiyi sansürleme gibi bir çaba olmazdı. Bu evrimin hala eksik ve kuşkulu olduğunu gösteriyor.
Richard: Ben . . . Hüsrana uğramış olduğumu itiraf ediyorum.
Bu hüsran söylediğiniz sebepten değil, size dört beş fosilden bahsetmiş olduğum halde… [ Wendy gülüyor] … sizin hala benim ne söylediğimi kulakardı etmenizden kaynaklanıyor… Niçin gidip o fosillere bakmıyorsunuz?
Wendy:… Eğer müzede olsalardı, ki müzelere defalarca gittim, onlara objektif olarak bakardım, ama benim dönmek istediğim konu…
Richard: İyi de müzedeler zaten.
Wendy: Asıl gelmek istediğim konu evrim felsefesinin insan ırkını yıkıma uğratabilecek ideolojilere yol açabilecek olması…
Richard: Evet ama Darvinciliğin politik olarak iğrenç bir şekilde kullanılmış olan yanlış yorumlanışlarına işaret edip durmak yerine, Darwinciliği anlayıp sonra bu korkunç yanlış anlamaların üstesinden gelebileceğiniz bir pozisyonda olmak daha iyi bir fikir olmaz mıydı?
Wendy: Eh zaten evrim yandaşı olanlar tarafından buna o kadar sık itiliyoruz ki. Sürekli önümüze sürdüğünüz bu bilgiden saklanıyor değiliz ki. Sanki bu bilginin orada olduğunu bilmiyoruz sanmayın, çünkü ondan uzaklaşamıyoruz bile. Habire kafamıza sokulmaya çalışılıyor. Ama bana kalırsa sizin hüsranınız, pek çoğumuzun, satmaya çalıştığınız bilgileri yutmadığımız ve ideolojinizi hala kabul etmediğimiz gerçeğinden kaynaklanıyor.
Richard: Homo erectus’u gördünüz mü? Homo habilis’i gördünüz mü? Australopithecus u gördünüz mü? Size bunu soruyorum.
Wendy: Benim müzelerde ve ders kitaplarında gördüğüm, ne zaman bir türden diğerine evrimsel farklılaşma olduğunu iddia etseler, bu iddianın çizimlere ve resimlere dayandığı . . . gerçekte cismen var olan bir kanıta değil.
Richard: Eh, o zaman Nairobi Müzesine gidip oradaki orjinal fosilleri görmeniz gerekiyor belki de. Ama isterseniz bu fosillerin tıpatıp kopyası olan alçı fosilleri de herhangi büyük bir müzede görebilirsiniz.
Wendy: Hmm, peki o zaman izin ver de sana neden bu kadar saldırgan olduğunu sorayım. Neden senin inandığın şeye herkesin inanması senin için bu kadar önemli?
Richard: Ben inançtan bahsetmiyorum, ben gerçeklerden bahsediyorum. Size belli başlı fosillerden bahsettim ve size bu konu hakkında ne zaman soru sorsam soruyu geçiştirip başka bir konuya atlıyorsunuz.
Wendy: . . . Sadece izole olmuş bir şeye dair bir kanıtın değil, insanı şaşkına çeviren tonlarca kanıtın olması gerekir, ama yine söylüyorum, hiç kanıt yok.
Richard: Sırf onlar daha çok ilginizi çeker diye düşündüğüm için insansı fosillerini örnek olarak seçmiştim, ama herhangi bir omurgalı grubunda benzer fosilleri bulabilirsiniz, adını siz koyun …
Wendy: Ama sanırım herkesin evrime inanması senin için neden bu kadar önemli, bu konuya döneceğim .. .
Richard: İnanç kelimesini sevmiyorum. Ben insanlardan kanıtlara bakmalarını istemeyi tercih ediyorum ve sizden de kanıtlara bakmanızı rica ediyorum . . . Müzelere gitmenizi ve sağlam gerçeklere bakmanızı ve size kanıt olmadığını söyleyenlere inanmamanızı istiyorum. Sadece gidin ve kanıtlara bir bakın.
Wertdy [gülüyor]: Ve evet, ben de diyorum ki. . .
Richard: Bu gülünecek bir şaka değil. Yani cidden, gidin, gidin. Size insansı fosillerinden bahsettim ve siz de gidip atın evrimini görebilirsiniz, gidip ilk memelilerin evrimine bakabilirsiniz, gidip balıkların evrimine bakabilirsiniz, gidip balıklardan karada yaşayan ikiyaşamlılara ve sürüngenlere geçişe bakabilirsiniz. Bunların herhangi birini herhangi iyi bir müzede bulabilirsiniz. Sadece gözlerinizi açın ve kanıtlara bakın.
Wendy: Ben de diyorum ki gözlerinizi açın ve bizi seven ve her birimizi yaratmış olan Tanrı tarafından meydana getirilmiş toplulukları görün diyorum …
Bu fikir alışverişinde ben, gereksiz bir inatçılıkla Wendy’nin bir müzeye gidip bakması dileğimi onun kafasına zorla sokmaya çalışı-yormuşum gibi görünüyor olabilirim, ama dediklerimde samimiydim. Bu insanlar “Hiç fosil yok ki, bana kanıtları göster, bana bir tek fosil göster . . .” demek üzere yetiştirilmişler ve bunu o kadar sık tekrar ediyorlar ki nihayet buna inanıyorlar. Ben de bu yüzden bu kadın üzerinde, ona üç ya da dört tane fosilden bahsetmeye ve bunları görmezden gelerek benden kaçmasını engellemeye yönelik bir deney yaptım. Sonuç gerçekten iç karartıcı ve tarih inkarcılarının, tarihi kanıtlarla karşı karşıya kaldıklarında en sık kullandığı taktiğe güzel bir örnek yani görmezden gel ve mantrayı tekrar et: “Bana fosilleri göster. Fosiller nerede? Hiç fosil yok. Bana ara form olan bir fosil göster, senden bütün istediğim bu . ..”
Diğerlerinin aklı isimlere takılıyor, gerçekte bir bölünme olmasa da isimlerin ister istemez sözde bölümler oluşturma eğilimi var. Ara form olma potansiyeline sahip her fosil eninde sonunda ya Homo ya da Australopithecus olarak sınıflandırılıyor. Hiçbir fosil bunların arasında bir form olarak sınıflandırılmıyor. Ama yukarıda açıkladığım gibi bu, hayvanbilimsel isimlendirmenin geleneklerinin bir sonucu, bu bölümler ve sınıflar gerçek dünyanın bir esası değil. Hayalinizde can-landırabileceğiniz en mükemmel ara form bile kendisini ya Homo ya Australopithecuslara sıkıştırılırken bulacaktır. Ama gerçekte, büyük olasılıkla taşılbilimcilerin yarısı tarafından Homo yarısı tarafındansa Australopithecus olarak isimlendirilecektir. Ve ne yazık ki taşılbilim-cilere, bu muğlâk olarak arada kalmış fosillerin evrim kuramı için tam da beklediğimiz şeyler olduğu konusunda birlik olacakları yerde, terminolojik anlaşmazlıkları yüzünden saç saça baş başa gelmek üzere oldukları izlenimini verecekleri hakkında bel bağlayabiliriz.
Bu sanki biraz yetişkin ile çocuk arasındaki ayrıma benziyor. Yasal durumlar için ya da genç bir insanın oy verebilecek veya orduya katılabilecek kadar olgun olduğuna karar vermek için kesin bir ayrım yapmak gerekliliği söz konusu. 1969’da Britanya’da yasal oy verme yaşı yirmibirden onsekize düşürülmüştü (aynı değişiklik ABD’de 1971’de yapıldı). Şimdi oy verme yaşını onaltıya düşürme konusu konuşuluyor. Ama yasal oy verme yaşı ne olursa olsun, hiç kimse on sekizinci (ya da yirmi birinci veya on altıncı) yaş gününün insanı bir gecede farklı bir kişiye çevirdiğini ciddi ciddi düşünmüyor. Hiç kimse, insanların hakikaten çocuk ve yetişkin olmak üzere ve “ara form” olmaksızın sadece iki türünün olduğu inancına sahip değil. Haliyle hepimiz, büyümek denilen dönemin, arada kalmışlığın uzun bir antrenmanı olduğunu biliyoruz. Aramızdan bazılarının hiç büyümediğini bile söyleyebiliriz. Buna benzer şekilde insan evrimi, Australopithecus afarensis’ten Homo sapiens’e, çağdaş bir sınıflandırmacı tarafından ebeveynlerin kendileriyle aynı türe dâhil edilecek çocuklar doğurduğu kesintisiz bir dizi oluşturuyor. Öngörü eksikliğine ve kuralcılığa yakın sebeplerden dolayı, çağdaş sınıflandırmacılar her fosile, üzerinde Australopithecus ya da Homo benzeri bir şey yazan bir etiket yapıştırmakta ısrar ediyor. Müze etiketlerinde kesinlikle “Australopithecus africanus ve Homo habilis’in tam ortasında bir yerde” yazmasına izin yok. Tarih inkarcıları bu isimlendirme geleneğini, sanki gerçekte ara formların olmadığının bir kanıtıymış gibi hemen benimsiyor. Yani o zaman diyebilirsiniz ki ergenlik dönemi diye bir şey yoktur çünkü baktığınız insanların her biri ya oy verebilen bir yetişkin (onsekiz yaş ve üstü) ya da oy veremeyen bir çocuktur (onsekiz yaşın altı). Bu adeta, “oy verme yaşı eşiğinin yasal olarak gerekliliği, ergenlerin olmadığını kanıtlar” demekle eşdeğer.
Fosillere geri dönelim. Eğer yaradılışçılar haklıysa, Australopithecus “sadece bir maymundur”, yani ondan sonra gelenlerin arasından “kayıp halkaları” aramak konu dışıdır. Her şeye rağmen, bu fosillere yine de bir bakalım. Her ne kadar bölük pörçük de olsa birkaç iz var. 4-5 milyon yıl önce yaşamış olan Ardipithecus, çoğunlukla dişleriyle tanınıyor ama ona dikkatle bakan anatomicilerin çoğunun onun dik yürüdüğü sonucuna varmalarına yetecek miktarda kafatası ve ayak kemikleri de bulundu. Çok daha yaşlı olan iki fosilin, Orrorin (“Mi-lenyum Adamı”) ve Sahelanthropus’un (“Toumai”, aşağıda) kâşifleri de aynı sonuca vardılar.
Sahelanthropus, çok yaşlı olması (altı milyon yıl yaşında, şempanzelerle olan ortak atanın yaşına yakın) ve Rift Vadisinin batısında (takma adı “Toumai’nin” “yaşam umudu” anlamına geldiği Çad’da) bulunmuş olması bakımından dikkat çekicidir. Diğer pale-oantropologlar1, Orrorin ve Sahelanthropus un kâşifleri tarafından bu fosiller hakkında yapılan iki ayaklılık iddialarına şüpheci yaklaşıyorlar. Ve insanların kötü niyetli olduğuna inanan birinin işaret edebileceği gibi, bu tip problemli fosillere şüpheyle yaklaşanların arasında her zaman başka fosilleri keşfedenler bulunur!
Aşağıdaki kafatası, doğumdan hemen önceki bir şempanzeye ait. Bunun, 174. sayfada gösterilen yetişkin şempanzenin kafatasından tamamen farklı olduğu ve bir insanınkine (hem yetişkin hem de yeni doğmuş bir insana) çok daha fazla benzediği açık. Genellikle insan evriminde çocukluk dönemi özelliklerinin yetişkinlikte devam ettiği yönündeki (ya da -aynı şey olmasa da- cinsel açıdan olgunlaştığımız halde vücutlarımızın hala çocuk olduğu yönündeki) ilginç bir fikri anlatmak için pek çokyerde kullanılan bir çocuk ve yetişkin şempanze fotoğrafı vardır. Bu fotoğraf bana gerçek olamayacak kadar iyi gödü ve uzman fikri almak için fotoğrafı meslektaşım Desmond Morris’e gönderdim. Sence bu uydurma olabilir mi, diye sordum ona. Daha önce, bu derecede insana benzeyen bir şempanze yavrusu görmüş müydü? Dr. Morris örneğin sırtı ve omuzları konusunda şüpheli olsa da kafasının görünüşünden tatmin olmuş. “Şempanzeler karakteristik olarak kambur dururlar ama bu şempanzenin insanınki gibi dik duran harika bir boynu var. Ama sadece kafasına bakarsak bu fotoğrafa güvenebiliriz.” Bu kitabın yayımcısının resim seçicisi Sheila Lee, bu ünlü fotoğrafın orjinal kaynağını aradı ve kaynağın Amerikan Doğa Tarihi Müzesinin 1909-15 yılları arasında Kongo’da düzenlediği bir keşif gezisi olduğu bilgisine ulaştı. Hayvanlar fotoğrafları çekildiği sırada ölülerdi ve Sheila fotoğrafçı Herbert Lang’ın aynı zamanda bir tahnitçi1 olduğuna dikkat çekiyor. İnsan, şempanze yavrusunun garip bir şekilde insansı bir duruşunun olmasının nedeni, postun kötü doldurulmuş olmasından mı kaynaklanıyor diye düşünmeden edemiyor. Ama müzeye göre Lang örneklerin fotoğrafını onları doldurmadan önce çekmişti. Her şeye rağmen, ölü şempanzenin vücudunun duruşunu, yaşayan bir şempanzenin yapamayacağı şekilde düzenlemek mümkün. Desmond Morris’in vardığı sonuç doğru gibi görünüyor. Yavru şempanzenin omuzlarının insanınkine benzeyen duruşundan şüphe edebiliriz ama kafasına güvenebiliriz.
Ya da daha yapıcı şekilde söyleyecek olursak, yetişkin ile yavrunun kafaları arasındaki çarpıcı farkın bize, burun deliğinin öne çıkıklığı gibi bir özelliğin daha çok (ya da daha az) insansı olma yönünde nasıl da değişebileceğini gösteriyor. Şempanze embriyolojisi insana benzeyen bir başı nasıl oluşturabileceğini “biliyor”, çünkü bebeklik ve çocukluk döneminden geçerken bunu her şempanze yavrusu için yapıyor. Australopithecus’un pek çok ara form üzerinden, burun boşluğu kısa-larak Homo sapiens’e evrilişini, yavrunun özelliklerine yetişkinlikte de sahip olmaya devam etme yolundan giderek (neoteni adı verilen ve 2. Bölümde bahsettiğimiz bir yöntemle) gerçekleştirdiği düşüncesi akla yakın görünüyor. Her koşulda, evrimsel değişimin büyük çoğunluğu bazı vücut kısımlarının diğerlerine kıyasla büyüme oranlarındaki değişimlerden oluşuyor. Buna heterokronik (“farklı zamanlamalı”) büyüme denir. Sanırım söylemek istediğim şey, embriyolojik değişimin gözlenen esaslarını bir kez kabul ettiğinizde evrimsel değişimin adeta çocuk oyuncağı olduğu. Embriyolar farklı büyüme hızı ile şekillendirilir yani embriyonun farklı kısımları farklı hızlarda büyür. Bebek bir şempanzenin kafatası, çene kemiği ve burun boşluğunun, diğer kafatası kemiklerine kıyasla görece daha hızlı kemik büyümesi göstermeleri sayesinde bir yetişkinin kafatasına dönüşür. Tekrar etmeliyim ki, her türdeki her hayvan, kendi embriyolojik gelişimi sırasında, tipik bir yetişkin biçimin nesilden nesile coğrafi çağlar boyunca değiştiğinden çok daha çarpıcı biçimde değişir. Ve işte bu da benim, embriyolojiyi ve embriyolojinin evrimle ilgisini anlatan bir sonraki bölüme attığım pas olsun.