|
|
![]() |

Bir anakonda tarafından yenilirseniz en azından yaşamın efendilerinden birinin refahına katkı sağladığınızı hissedebilirsiniz. Bir kaplan tarafından yenilirken aklınızdan geçen son şey, “Hangi ölümsüz el veya göz çizmiş olabilir dehşetli simetrini? (Hangi uzak diyarlarda tutuşmuş gözlerinin alevi?)” olabilir. Ama bir virüs! Anlamsız gereksizlik bir virüsün DNA’sına kazınmıştır (aslında grip virüsü söz konusu olduğunda RNA’sına, ama prensip aynıdır). Bir virüsün yegâne varoluş amacı daha fazla virüs yapmaktır. Tamam, nihayetinde aynısı kaplanlar ve yılanlar için de geçerlidir ama onlar söz konusu olunca durum o kadar anlamsız gözükmüyor. Kaplan veya yılan da birer DNA kopyalama makinesi olabilir ama onlar güzel, zarif, karmaşık, pahalı makinelerdir. Kaplanları korumak için bağış yapmışlığım var ama kim bir grip virüsünün korunması için bağış yapmayı düşünür ki? Kaçıncı kez burnumu silip nefes almakla cebelleşirken sinirlerime dokunan, olayın anlamsızlığı.
Anlamsızlık mı? Ne kadar saçma. Duygusal, insani saçmalık. Doğal seçilim tamamen anlamsızdır, tamamen kendi kendini kopyalama için kendi kendini kopyalama talimatlarının hayatta kalmasından ibarettir. Eğer DNAnın bir çeşidi beni bütün halinde yutan bir ana-konda vasıtasıyla veya RNAnın bir çeşidi benim hapşırmamı sağlayarak hayatta kalıyorsa, ihtiyacımız olan tek açıklama budur. Hem virüs hem de kaplanlar, nihai mesajı (tıpkı bir bilgisayar virüsü gibi) “kopyala beni” olan kodlanmış talimatlarla inşa edilmişlerdir. Grip virüsü özelinde talimat nispeten doğrudan yerine getirilir. Kaplanın DNA’sı da bir “kopyala beni” programıdır ama o, verdiği temel mesajın verimli bir biçimde yerine getirilmesinde inanılmaz uzunlukta bir konudan sapma içerir. Bu bahsettiğim konudan sapma, sivri dişleri, pençeleri, koşu kasları, sessizce yaklaşma ve atılma güdüleriyle kaplanın ta kendisidir. Kaplanın DNA’sı, “Beni, önce bir kaplan meydana getirmek suretiyle dolaylı bir yolla kopyala” der. Aynı zamanda antilop DNA’sı da “Beni, önce uzun bacak ve hızlı kasları, ürkek güdüleri ve kaplanlardan gelebilecek tehlikeler için hassasiyetle ayarlanmış duyu organlarıyla donanmış bir antilop meydana getirerek kopyala” der. Acı çekme, doğal seçilimle evrimin bir yan ürünüdür, halden anlayan anlarımızda bizleri endişelendirebilen ama bir kaplanı (bir kaplan bir şeyler hakkında endişelenebiliyor olsa bile) ve tabii ki kaplanın genlerini endişelendirmesini bekleyemeyeceğimiz kaçınılmaz bir sonuçtur.
İlahiyatçılar, acı çekme ve kötülük problemleri hakkında kafa yorarlar. Hatta bunları, Tanrının varsayılan ihsanı ile bağdaştırma çabasına bir isim bile vermişlerdir: “teodise” (tam anlamı, “Tanrının adaleti”dir). Evrimsel biyologlar ise ortada herhangi bir sorun görmezler çünkü kötülük ve acı çekme, genin hayatta kalımının hesaplanmasında olumlu veya olumsuz herhangi bir etkiye sahip değildir. Yine de acı problemini ele almamız gerekir. Evrimsel bakış açısına göre acı nereden gelmiştir?
Yaşamla ilgili diğer her şey gibi acının da, acı çekenin hayatta kalımını arttırıcı işleve sahip Darwinci bir tertibat olduğunu düşünüyoruz. Beyinler, “eğer acı hissini deneyimliyorsan, her ne yapıyorsan onu yapmayı bırak ve bir daha yapma” türünden temel bir kuralla inşa edilmiştir. Acının neden bu kadar acı dolu olması gerektiği ise ilginç bir tartışma konusu. Teorik olarak, hayvanın kendisine her zarar verişinde (örneğin kor halindeki kömürü tuttuğunda), tehlike sinyaline eşdeğer bir şeyin beynin bir yerlerinde acısız bir şekilde faaliyete geçebileceğini düşünebilirsiniz. “Bunu bir daha yapma!” şeklinde zorunlu bir tembih veya beynin bağlantı şemasında, hayvanın bir daha bunu yapmamasını sağlayacak acısız bir değişiklik, görünüşte yeterli gibi durabilir. Günlerce sürebilecek ve hafızadan silinmeyebilecek bu yakıcı acı neden? Belki de bu soruyla uğraşmak evrim teorisinin kendi teodise versiyonudur. Neden bu kadar acı verici? Tehlike sinyalinin nesi var?
Buna kesin bir yanıtım yok. Merak uyandırıcı bir olasılık şudur: ya eğer beyin, birbirine zıt arzu ve dürtülere maruzsa ve bu ikisi arasında içsel bir mücadele varsa? Öznel olarak bu hissi çok iyi biliriz. Örneğin açlık ve zayıflama arzusu arasında kalabiliriz. Ya da kızgınlık ve korku arasında kalabiliriz. Ya da cinsel arzu ile reddedilmekten çekinme veya sadakatte ısrar eden vicdanımız arasında. Çatışan arzularımız birbirleriyle savaştıkça içimizde gerçek manada bir çekişme hissedebiliriz. Şimdi acıya ve onun “tehlike sinyali”ne olan olası üstünlüğüne geri dönelim. Tıpkı zayıflama arzusunun açlığa baskın gelebildiği gibi, acıdan kurtulma isteğine baskın gelmek de açıkça mümkündür. İşkenceye maruz kalanlar sonunda pes edebilirler ama örneğin yoldaşlarına veya ülkelerine ya da ideolojilerine ihanet etmeden önce kayda değer acılara katlandıkları bir aşamadan geçerler. Doğal seçilim bireylerin kendilerini ülkeleri aşkına ya da ideolojileri, partileri, grupları veya türleri uğruna feda etmelerini istemez (doğal seçilimin herhangi bir şeyi “isteyebileceği” ölçüde). Doğal seçilim, acının uyarıcı hissini etkisizleştiren bireylerin “karşısındadır.” Doğal seçilim bizden hayatta kalmamızı veya daha spesifik olarak ürememizi “ister” ve ülke, ideoloji veya bunların insan dışı muadillerini “umursamaz.” Doğal seçilim söz konusu olduğunda tehlike sinyalleri, ancak göz ardı edilmeleri imkansızsa destekleneceklerdir.
Şimdi tüm felsefi zorluklarına rağmen, eğer beynimizde gerçek, katışıksız, dayanılmaz acıdan ziyade bir “tehlike sinyali” olsaydı, Darwinci olmayan sebeplerden ötürü (ülkeye, ideolojiye sadakat vb.) acının göz ardı edildiği örneklerin daha sık yaşanacağını düşünüyorum. Acının dayanılmaz ızdırabını hissedemeyen, bedenlerinde meydana gelecek hasarların önüne geçmek için bir “tehlike sinyali” sistemi kullanan mutantların ortaya çıktığını varsayın. Onlar için işkenceye dayanmak kolay olurdu ve derhal casus olarak işe alınırlardı. Ama o zaman da işkenceye katlanmaya gönüllü ajanlar yetiştirmek o kadar kolay olurdu ki işkence bir zorlama yöntemi olarak kullanılmaktan çıkardı. Ancak yaban koşullarda böylesi bir acısız tehlike sinyali kullanan mutantlar, beyinleri gerçek acıyı hisseden rakip bireylerden daha iyi hayatta kalabilirler mi? Acının alternatifi olan tehlike sinyali genlerini aktarmak için hayatta kalabilirler mi? İşkence ve ideolojilere sadakat gibi özel durumları bir kenara koyacak olursak bile, sanırım cevabın hayır olabileceğini görebiliriz. Ayrıca bunların insan dışı muadillerini de hayal edebiliriz.
Belki ilginizi çekebilir, acıyı hissedemeyen anormal bireyler vardır ve genellikle sonları pek iyi olmaz. “Anhidroz, doğuştan ağrıya duyarsızlık sendromu” (CIPA), hastanın deri hücrelerinde acı reseptörlerine sahip olmadığı (ve terlemediği, “anhidroz’un anlamı budur) nadir bir genetik anormalliktir. Kabul etmek gerekir ki CIPA hastalarının, çalışmayan acı sistemlerini telafi edecek dâhili bir “tehlike sinyali” sistemleri yoktur ama onlara, bedenlerinde meydana gelecek hasarlardan kaçınma ihtiyacının bilişsel olarak farkında olmalarının öğretilebileceğini düşünebilirsiniz; öğrenilmiş bir tehlike sinyali sisteminin. Ama CIPA hastaları acıya olan duyarsızlıklarının, yanıklar, kırıklar, yaralar, enfeksiyonlar, tedavi edilmeyen apandisitler, göz küresinde iltihaplar gibi hoş olmayan çeşitli sonuçlarına maruz kalırlar. Daha beklenmedik olarak, eklemleri de ciddi hasarlara maruz kalır çünkü bizlerin aksine onlar uzun süre aynı pozisyonda oturduklarında ya da yattıklarında pozisyonlarını değiştirmezler. Bazı hastalar, gün içinde kendilerine pozisyonlarını sık sık değiştirmesini hatırlatması için alarmlar kurarlar.
Bir “tehlike sinyali” sisteminin beyinde faal hala getirilmesi mümkünse bile, doğal seçilimin onu acı siteminin karşısında, sırf tehlike sinyali daha az nahoş diye desteklemesi için bir neden yok gibi duruyor. Bizim varsayımsal olarak iyiliksever olan tasarımcımızdan farklı olarak doğal seçilim, hayatta kalım ve üremeyi etkilemediği sürece çekilen acının yoğunluğuna karşı kayıtsızdır. Ve eğer doğanın altında yatan mekanizma tasarımdan ziyade uygun olanın hayatta kalmasıy-sa bekleyeceğimiz üzere, doğa çekilen toplam acıyı azaltma yönünde hiçbir adım atmıyormuş gibi gözüküyor. Stephen Jay Gould, “Ahlaktan nasibini almamış doğa” adlı güzel makalesinde bu konulara değinmiştir. Ben de, bir önceki bölümün sonunda alıntıladığım, Darwin’in Ich-neumon arılarına karşı duyduğu tiksintinin Victoria dönemi düşünürleri arasında oldukça yaygın olduğunu bu yazıdan öğrenmiştim.
Ichneumon arılarının, içlerine onları kemirecek larvalar vaat eden yumurtalarını bırakmadan önce kurbanlarını öldürmeyip felce uğratmak şeklindeki davranışları ile doğanın genel olarak acımasızlığı, Victoria dönemi teodisesinin önemli ilgi alanlarındandı. Neden böyle olduğunu görmek kolay. Dişi arılar yumurtalarını, tırtıl gibi canlı böcek avlarının içine bırakırlar, ama bunu, avlarını felce uğratacak ancak öldürmeyecek şekilde iğneleri ile her sinir gangliyonunu arayıp bulmadan yapmazlar. Tırtıllar, içlerinde büyüyen arı larvalarına taze et sağlamak için canlı tutulmalıdırlar. Larva da kendi üzerine düşeni, iç organları akıllıca bir sırayla yemeye dikkat ederek yapar. Önce yağ hücrelerini ve sindirim organlarını yiyerek başlar ve hayati kalp ve sinir sistemini yani tırtılı son ana kadar hayatta tutmaya yarayacak olanları, sona bırakır. Darwin’in acı acı merak ettiği gibi, nasıl bir iyiliksever tasarımcı bunu akıl etmiş olabilir? Tırtılların acı çekip çekmediklerini bilmiyorum. Samimi şekilde umuyorum ki çekmiyorlardır. Ama bildiğim bir şey varsa o da doğal seçilimin, eğer iş onların hareketlerini basitçe felce uğratarak daha ekonomik şekilde tamamlanabilecekse, acılarını dindirmek için herhangi bir adım atmayacağıdır.
Gould, on dokuzuncu yüzyılın önde gelen yerbilimcilerinden olan ve etçillerin neden olduğu acılara atfetmeyi başardığı iyimserlikten teselli bulan Peder William Buckland’ı alıntılar:
Dolayısıyla hayvanların varlıklarının olağan sonu olan etçillerin sebep olduğu ölümler, ana sonuçlarına bakıldığında hayırseverliğin dağıtımıymış gibi görünüyor, zira bu; evrensel ölümün acısını büyük oranda azaltır; canlılar âleminden, hastalıkların, tesadüfi kazaların ve yavaşça çürümenin ızdırabını azaltır hatta neredeyse ortadan kaldırır; ve aşırı nüfus artışının önüne faydalı bir kısıt koyarak yiyecek kaynaklarının daima talebe uygun kalmasını sağlar. Sonuç ise karaların yüzeyleri ve denizlerin derinliklerinin, yaşamdan aldıkları haz yaşam süreleriyle uyuşan ve var olmaları için kendilerine bahşedilmiş kısacık zaman dilimlerinde, yerine getirmek üzere yaratıldıkları işlevleri neşeyle yerine getiren canlılarla dolup taşmasıdır.
Kaynak:
R.Dawkins / Yeryüzündeki En Büyük Gösteri / (s. 352-358)

