İnsanın nasıl tanımlanabileceği oldukça önemli bir sorundur. Çünkü bakış açısına göre yanıtlar değişir ve bakış açıları birbirine uymayanların yanıtları çok zaman birbirine yakın bile olmayabilir. Yüzyılın başlarında insanın çevreye uyum yeteneğinin, daha sonraki yıllarda düşüncesinin, 1950’li yıllarda alet yapımının, 1960’larda önce dilinin daha sonraları avcılığının insanın diğer canlılardan farklı olan özellikleri olduğu düşünüldü (Arsebük 1995a). Ancak insanın hayvanlardan farklı olan yalnızca bir özelliği olmadığını ve insanın pek çok yönüyle diğer hayvanlardan farklı ve pek çok yönüyle de diğerleriyle aynı olduğunu kabul edebiliriz. Bedensel özelliklerini göz önüne aldığımızda, insanın doğal olarak iki ayağıyla dik yürüdüğünü, vücuduna göre büyükçe olan karmaşık bir beyine sahip olduğunu, yassı bir yüzü ve diğer dişleriyle yaklaşık aynı boyda olan köpek dişleri olduğunu söyleyebiliriz. Ancak insanı insan yapan şeylerin başında insanın kültürel özellikleri olduğunu düşündüğümüzde, insanın soyutlama ve alet yapabilen, belli kurallara göre bir dili konuşabilen, besinini paylaşan ve tinsel düşüncelere sahip olan bir canlı olduğunu görürüz (Arsebük 1999). Kısacası insanı tanımlamak için tek tek özelliklerden çok bir özellikler bütününü önermek daha mantıklı olacaktır.
Resim: Australopithecus, Homo habilis ve Homo ergaster
Arkeologlar için insanın en önemli özelliği şüphesiz, alet yapan bir canlı olmasıdır. İnsan kalıcı/zamana dayanıklı hammaddelerden aletler yapmamış olmasaydı bugün arkeoloji diye bir bilim olmayacaktı. Günümüzde özellikle zoologlar, insandan başka hayvanların da alet yaptıklarını öne sürmektedirler. Bu yargıların abartılı yaklaşımlar olduğunu düşünebiliriz. Çünkü antropologlara göre alet, doğada bulunan herhangi bir gerecin, bir düşünceyi yansıtacak şekilde, belli bir amaca yönelik olarak şu veya bu şekilde değiştirilmesiyle oluşur. Aletlerin aynı türden olanları birbirlerine benzerler ve asla rasgele yapılmamışlardır. Alet kullanıldıktan sonra atılan bir şey değildir. Ayrıca dünyada insan dışında hiçbir hayvan yaptığı aletlere doğrudan bağımlı olarak yaşamamaktadır. Antropologların diğer canlıların alet yaptıklarını ısrarla kabullenmemeleri bu yüzdendir. Zaman zaman kuvvetlenen, hayvanların alet yapıp kullandığı konusundaki yargılar bu tanımlar göz önüne alındığında kabullenilemezdir. Doğrudur, kuşlar, karıncalar ve arılar yuvaları, maymunlar yatakları için emek harcarlar; porsuklar setler yaparlar. Bu tür davranışlar bu canlıların doğayı kendi yararlarına değiştirmesi olarak yorumlanmalı ve bunlarda alet yapımının izleri aranmamalıdır. Çünkü bir şeyin alet olarak yorumlanması için onun bir düşünceyi kesin olarak yansıtması temel koşullardan biridir. Akrabamız olan tüm bu canlıların bu tür davranışlarını belirleyen şey düşüncelerden çok, kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığı henüz yeterince bilinemeyen içgüdülerdir. İnsan dışındaki hayvanların alet yaptıklarını düşündüren ikinci davranış biçimi de, maymunların beyaz karınca avlamak için kullandıkları dallar ve şempanzelerin su emmek için kullandıkları ağaç kabukları gibi örneklerdir. Benzer örneklerin çoğunda –beyaz karınca avlamak için bazı dalların düzeltilmesi dışında- varolan hammaddeyi değiştirmeye yönelen bir hareket yoktur. Kaldı ki, düzelti olsa da düzeltilen dalların sahiplenilerek bir kenara atılmayıp tekrar kullanıldığı görülmemiştir. Aletin belirleyici özelliklerinden biri de sadece anı kurtarmaya yönelik olmaması, gelecek düşünülerek aletin yapılmasıdır. Bu, alet yapanın bulunduğu durumdan ve andan kendini soyutlayıp geleceğe yönelik düşünceler geliştirmesindendir. İnsan dışındaki hiçbir hayvanın böyle bir soyutlamaya giriştiğinin henüz kanıtlanamadığını herhalde söylememize gerek yoktur. Bu da diğer hayvanların yaptıkları aletlerin geleceğe ve yaşamın geneline ilişkin bir düşünce içermekten çok, o anı kurtarmaya yönelik basit matematiksel sonuçlar olduklarını göstermektedir (Arsebük 1987). İnsanın yaptığı aletlerle hayvanların doğayı kendi yararlarına değiştirmesindeki önemli bir fark da insanın aletini deneyimler sonucunda yapmayı öğrenmesidir. Yapılacak bir alet, bireyin ilk denemelerinde yapılamayabilir, ancak birey aleti yapmaya çalıştıkça aleti yapmak konusunda başarılı olabilir. Hayvanlardaysa deneyimler çok önemli değildir. Kanal ya da set yapan genç bir porsukla yaşlı bir porsuğun yaptıkları işin pek farkı yoktur, aynı şekilde örümceklerin ağları, kuşların yuvaları deneyim kazanıldıkça değişmez; hep aynı şekilde yapılır ya da farklar çok azdır (Darwin 1995).
İnsan türleri Linnaeus sınıflandırmasına göre insan, Hayvanlar aleminin, Omurgalılar filumunun, Memeliler sınıfının, Primatlar takımının Hominidler familyasındandır (Arsebük 1995b). Yaşayan her canlının bir akrabalık ilişkisi içinde bulunduğu göz önüne alındığında (bugünlerde bu genetik olarak kanıtlanmaktadır), insanın en yakın akrabalarının diğer primatlar olduğu görülmektedir. Çok zaman yanlış anlaşıldığının ve bazen de bilinçli olarak çarpıtıldığının tersine insanla diğer primatlar arasındaki ilişki bir ata-torun ilişkisi değildir. Yani günümüzde yaşayan türlerden hiçbiri zamanla evrilerek insan haline gelmemiştir ve gelecekte de hiçbir maymun insan olmayacaktır. Aynı şekilde yanlış anlaşılan bir başka konu da, geçmişte yaşamış fosil insanların günümüz insanıyla günümüz maymunları arasında bir yerde bulunduklarıdır. Genetik olarak insanın ve insansı maymungillerin (Pongid) evrimsel yollarının günümüzden 8-6 milyon yıl önce ayrılmış olduğu düşünülmektedir (Arsebük 1999). O ayrımdan sonra insan ile Pongidler evrimlerini kendi başlarına ve ayrı ayrı yönlerde sürdürmüşlerdir. Bu gerçekler göz önüne alındığında, ne insanın atasının maymun olduğunu kabul etmek, ne de fosil insanların, insanla maymun arasında bir yerde bulunduğunu düşünmek olasıdır. Bunun tersinin evrim teorisyenlerince söylendiğini düşünmekte ısrar edenlerin amacı bilimden çok siyaset yapmak ve bilimsel düşünceye saldırmaktır.
Bilimin neredeyse her sorusu gibi, insanın evrimi de henüz tam olarak yanıtlanmış bir soru değildir; bilim insanlarının birçoğu bazı konularda henüz görüş birliğine varamamışlardır. Ancak bilim dünyasının tartıştığı şey, bazı çevrelerin ısrarla yanlış anlamak istediği gibi, evrimin olup olmadığı değil, evrimin nasıl olduğudur. İnsanlara ait fosil kalıntılarının sayısı çok fazla değildir. İnsan evrimiyle ilgili tartışmaların birinci nedeni budur (Lewin 1999). Fosillerin azlığının nedeni ise genel olarak paleoantropoloji çalışmalarının karalarda yapılması ve karaların fosilleşme için uygun olmamasıdır. Özellikle başkalaşım (metamorfik) arazilerde ısı ve basıncın olumsuz etkileri yüzünden fosillere rastlamak zordur. Oysa denizler, göller ve bataklıklar gibi sulu ortamlarda fosilleşme daha kolay olur (Ardos 1996). Bu yüzden fosil kayıtlarını karalardan çok su altında aramak daha mantıklıdır. Bir başka neden ise fosillerin tanımlanması ile ilgili çalışmaların nesnel olamamasıdır. Bunun nedeni de bir anatomik özelliğin aynı türün diğer bireyleriyle olan evrimsel ilişkilerinin ancak tahmin edilebilir olmasıdır (Lewin 1999). Kanımızca, bir başka sorun da dünyanın henüz sadece çok küçük bir bölümünün araştırılmış olmasıdır. Örneğin ülkemizde yaşadığı kültürel ürünlerinden anlaşılan Homo erectus’un bedensel kalıntıları henüz bulunamamıştır (Arsebük 1999). Ülkemizin insan evrimi için oldukça önemli bir bölge olmasına karşılık bilinen Paleolitik Çağ yerleşimlerinin az sayıda (yaklaşık 200 kadar) olmasının bir başka nedeni de arkeologlar arasında bile Paleolitik Çağ ürünlerinin yeterince bilinmemesidir. Yatak buluntularının Tekirdağ çöplüğünde olması bunu göstermiştir.
İlk İnsansılar
İnsanın tanımı konusundaki tartışmalar şüphesiz en eski insanın kim olduğu sorusunu da belirsizleştirmektedir. Son günlerde çıkan bazı haberler Kenya’da 6 milyon yıllık insansı fosilleri bulunduğunu bildirmektedir. Bu, yorum yapılması için henüz yeterince bilinmeyen bir konu olsa da bu fosilin insanla insansı maymungillerin evrimsel ayrılmaları konusunda önemli bilgiler verebilmesi olasıdır (Bilim ve Teknik, sayı: 398, Ocak 2001). Antropologlar arasındaki yaygın görüşe göre şimdilik bilinen en eski insan günümüzden 4.5 milyon yıl önceleri yaşamış olan Ardipithecus (eski yayınlarda Australopithecus) ramidus’tur. Ardipithecus ramidus ilk bulunduğunda Australopithecuslar gibi dik yürüdüğü düşünülüyordu ve bu yüzden adı ilk olarak “Australopithecus ramidus” koyuldu. 1995 yılında Etiyopya’da Aramis’te bulunan Ardipithecus ramidus kemikleri onun iki ayakla dik yürüdüğünün kesinleşmesi için henüz yeterli değildir (bu yüzden ona şimdilik hem Australopithecus hem de Ardipithecus anlamına gelebilecek şekilde A. ramidus demek hiç de mantıksız olmayacaktır!). 1994’e kadar bilinen ilk Hominid türü Australopithecus afarensis’ti. Ancak 1994’te Doğu Afrika’nın Turkana Gölü çevresinde 4.2 milyon yıllık bir fosil bulundu. Australopithecus anamensis adı verilen bu fosilin Ardipithecus ramidus’un evriminin bir sonucu olduğu kabul edilmektedir. Australopithecus anamensis’in dişleri ilkel özellikler göstermektedir, buna karşın bacak kemikleri iki ayak üzerinde dik yürüdüğünü kanıtlamaktadır.
Resim: Australopithecus afarensis.
En önemli Australopithecus afarensis kalıntısı, 1974’te Hadar yakınlarında bulunan ve adını The Beatles’ın “Lucy” şarkısından alan neredeyse tüm bir erişkin kadın iskeletidir. Bu iskeletin boyu yaklaşık 110 santimetredir. Erkeklerin dişilerden daha uzun boylu (yaklaşık 150cm) ve yapılı oldukları hesaplanmıştır. Bugüne kadar 4 ile 3 milyon yıl önceleri arasında yaşamış 300’den fazla bireye ait Australopithecus afarensis kalıntısı bulunmuştur. Bu türün vücut şekli (örneğin kol kemiklerinin bedene oranla uzun olması) ve beyin hacmi bir şempanzeyi andırmaktadır. İlginç olan onun insan özellikleri taşımasıdır. Örneğin insan evriminde oldukça önemli bir role sahip olan iki ayakla dik yürümek, leğen kemiklerinden anlaşıldığı kadarıyla Lucy’nin yapabildiği bir şeydi. Tanzanya’da bulunan bu türe ait ayak izleri bu türün dik yürüdüğünü kanıtlamıştır. Australopithecus türünün diğer üyeleri olan A. africanus ve A. robustus günümüzden yaklaşık bir milyon yıl öncelerine kadar Afrika’da yaşamlarını sürdürmüşlerdir. 1924’te Raymond Dart tarafından bulunan ilk Hominid fosili bir Australopithecus africanus’tur. O günlerde bu türün adının “Australopithecus” koyulmasının nedeni, R. Dart’ın aceleci davranarak insandan çok goril ya da şempanzeye benzettiği bu insansıya “Güney maymunu” anlamına gelen bu adı uygun görmesidir (Özbek 2000). Sekiz yaşında öldüğü anlaşılan bu fosil, Taung Çocuğu olarak da bilinmektedir. Kafatasının incelenmesi sonucunda Australopithecus africanusların da dik yürüdükleri anlaşılmıştır. 1949’da Güney Afrika’daki Swartkranz’da kafatasında iki delik olan bir Australopithecus robustus fosili bulunmuştur. Yapılan araştırmalar bu deliklerin bir leoparın dişleri tarafından açıldığını göstermiştir. Bu izler, atalarımızın Afrika’da vahşi yırtıcılarla birlikte yaşam mücadelesi verirken bazen onlara yem olduğunu düşündürmektedir.
İlk Taş Alet Yapımcısı
İnsanların taşlardan alet yapmadan önce tahta gibi kalıcı olmayan fakat daha kolay işlenebilecek hammaddelerden alet yapmış olması olasıdır. Ancak insanların günümüze ulaşan en eski aletleri –şimdilik bilindiği kadarıyla- yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri yapılmış taş aletlerdir. Bu dönemde en azından Australopithecus robustus ve Homo habilis türü insansılar birlikte yaşamışlardır. İlk taş aletlerin bilinen bu iki türden biri ya da ikisi tarafından yapılmış olabileceği düşünülebilse de (Schick-Toth 1994), genel olarak ilk taş alet yapımcısının Homo habilis olduğu kabul edilir. Homo habilis’e ait fosil kalıntıları çok fazla değildir. Ancak Homo habilis’in beyin hacminin Australopithecus africanus’a göre yaklaşık %30 daha büyük olduğu kesindir. Bulunmuş çeşitli Homo habilis kafataslarının arasında yaklaşık %25’lik farklar bulunmaktadır. Bu farklılığın nedeninin cinsiyet olduğu; erkeklerin kadınlara oranla daha yapılı oldukları kabul edilmektedir. Homo habilis’in Plio-Pleistosen olarak adlandırılan jeolojik dönemde yarattığı ve Oldowan işleyimi diye bilinen aletlere 2.5-1.7 milyon yılları arasında yalnızca Afrika kıtasında rastlanır. Oldowan işleyimi genellikle bir taş yumrusunun üzerinden bir ya da iki yonga çıkarılmasıyla oluşan aletleri içerir. Bu aletlerin bazılarının bir tahta sopayı sivriltmek gibi başka aletlerin yapımı için kullanılmış oldukları gerçektir (Mithen 1999). Bu da, bu işleyimi oluşturanların kalıcı olmayan hammaddeleri de işlediklerini gösterir. Kısacası Homo habilis’in yaşamının arkeolojik kayıtları kadar tekdüze olmadığını ve bildiğimizden daha fazla çeşitlilikte bilemeyeceğimiz aletlerin olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu, bulunan taş aletlerin ne düzeyde kültürel bilgi verebileceğini de düşündürmektedir (Stiles 1979).
Resim: Homo habilis.
Ateşin Denetimi ve Afrika’dan İlk Çıkış (out-of-Africa)
İnsanlar bugünkü bilgilerimize göre, insan evriminin Homo erectus evresinden önce Afrika dışına çıkmamışlardır. Bazı araştırıcılar Homo habilis aşamasını Homo ergaster’in izlediğini ve Afrika’dan ilk çıkışın Homo ergaster aşamasında olduğunu düşünmektedirler; bu görüşün doğruluğu, çeşitli nedenlerden dolayı, olası olsa da, bu konuda henüz yeterince bilgimiz yoktur. Bu konuda, ülkemiz açısından da önemli sayılabilecek bazı bilgiler, Gürcistan’daki Dmanisi bölgesinden elde edilmiştir (Bilim ve Teknik, sayı: 398, Ocak 2001). Burada bulunan fosil insanların Homo ergaster olduğu düşünülmektedir.
Resim: Dmanisi’den Homo ergaster.
Kalın ve belirgin kaş kemerleri olan Homo erectus’un yaklaşık olarak günümüzden 1.9 milyon yılla 220 bin yıl önce yaşamış olduğu kabul edilmektedir. Homo erectus başarılı bir alet yapımcısı olması ve ateşi kontrollü bir şekilde, istediği zaman yakıp istediği zaman söndürebilmesi sayesinde Afrika dışındaki farklı ekolojik ortamlarda da yaşamını sürdürebilmiştir. Kısacası taş aletlerin yapımı ve ateşin kontrol altına alınması evrimimizin dönüm noktalarındandır (James 1989). Homo erectus da Oldowan türü aletler yapmıştır. Bu aletlerin Homo erectuslar tarafından Eski Dünya’nın neredeyse her yerinde, en uzun süre kullanılan aletler olmasının nedeni, bu insanların başka aletler geliştiremeyecek kadar “ilkel” olmaları değil, bu aletlerin insanların gereksinimlerini karşılayabilmeyi sürdürmüş olmasıdır. Homo erectus türü insanlar, Güneydoğu Asya gibi hammadde kaynakları açısından kısıtlı bölgeler dışında, bulundukları her yerde genel olarak birbirine benzer aletler kullanmışlardır.
Resim: Homo erectus
Homo erectus’a ait başka bir işleyim de genel olarak Acheul adıyla tanımlanan iki yüzeyli (el baltası) işleyimidir. Homo erectuslar Afrika’dan ilk çıktıklarında Oldowan türü aletler yapmaktaydılar. Ancak günümüzden yaklaşık 1.6 milyon yıl önce Afrika kıtasında, taş yumrularının çepeçevre işlenmesiyle oluşturulan iki yüzeyliler ortaya çıktı. Bu iki işleyim de aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinde kullanılmışlardır. Oldowan işleyimi genel olarak Doğu Avrupa ve Asya’da, Acheul işleyimi ise Afrika ve Batı Avrupa’da yaygındır. Bu ayrımın nedeni henüz tam olarak bilinmemektedir. Bu iki bölgenin sınırlarının en azından bir bölümünün ülkemiz topraklarında olması olasıdır. Acheul türü iki yüzeyliler Anadolu’da yaygın olarak bulunsalar da, ülkemizin kuzeydoğusuna doğru Acheul işleyimleri azalmakta ve yerlerini Oldowan işleyimlerine bırakmaktadırlar (Dinçer 2001). Bu işleyimlerin, genel olarak, aynı işler için tasarlanmış oldukları varsayıldığında, bu işleyimlerin coğrafi ayrımının nedeni konuşulabilen dille ilgili düşünülebilir (Leakey-Lewin 1998). Ancak bu aletlerin farklı amaçlar için yapıldıkları düşünüldüğünde (Arsebük 1995a), farklı ekonomileri düşünmek gerekecektir.
Neandertaller
Günümüzden önce yaklaşık 220.000-35.000 yılları arasında Yakındoğu ve Avrupa’da yoğun olarak karşılaşılan bir fosil insan yaşamıştır. Bu fosil insanın en önemli özelliği, onun konuyla ilgilenen insanlar dışındaki insanlar tarafından bile bilinmesidir. Bu insan kimi görüşlere göre Homo sapiens neandertalensis’tir, kimi görüşlere göre Homo neandertalensis’tir. Kökeni ve modern insanın kökeninde olup olmadığı tartışılsa da, Neandertallerle ilgili tartışmasız olan şey insan kültürünün ve evriminin bir parçası olduklarıdır. Bu insanların halk tarafından da bilinmesinin nedeni, onların çizgi filmlerde, kambur, homurduyarak ve el kol hareketleriyle konuşan, çok büyük boyutlardaki bir hayvan budunu ısırarak yiyen, tüylü vücutları olan ve ellerinde bir odun taşıyan insanlar olarak gösterilmiş olmalarıdır (McClain 2000). Oysa durum tam olarak bu değildir. Neandertallerin kemikleri bizimkilerin yaklaşık iki katı kadar kalın olsa da, sosyal davranış olarak günümüz insanına en yakın olan fosil insan Neandetallerdir. Neandertaller de bizim yaptığımız gibi ölülerini gömmüşlerdir, grup içindeki engelli kimselerin yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlamışlardır, tinsel inançları yaşamlarına sokmuşlardır ve olasılıkla gelişkin bir (birçok?) dil kullanmışlardır. Neandertallerin soğuk iklime uyum sağlamış oldukları açıktır. Beden yapıları sağlam ve kaslıdır. Erkeklerin ortalama boyu 1.7 metredir ve ortalama ağırlıkları da 65-70 kilogramdır. Neandertallerin kafatasları basıktır, kaş kemerleri belirgindir, burunları geniştir. Buna karşın yüzleri uzun, art kafa kemikleri önceki fosil insanlara göre daha az çıkık, ve en önemlisi, ortalama beyin oylumları bizim ortalamamızdan daha büyüktür (yaklaşık 1400-1500cc). Neandertallerin bizlere çok benzediği açıktır. Günümüze yaklaştıkça Neandertallerin yüzlerinin ve kaş kemerlerinin ufaldığı gözlenmiştir. Bu, bir süre bizim türümüzle birlikte yaşamış Neandertallerle (Lewin 1999) bizim türümüzün biyolojik bir bağ kurmuş olabileceğini düşündürmektedir (McClain 2000).
Resim: Neandertal
1857’de Almanya’daki Neander Vadisinde ilk Neandertal kalıntısı bulunduğunda Darwin’in “Türlerin Kökeni” kitabı henüz basılmamıştı ve bu yüzden bu kemiklerin ne olabileceği düşünülemiyordu. O günden bugüne kadar geçen yaklaşık 150 yılda 100’den fazla Neandertal kalıntısı bulundu. Bu kalıntılardan birisi de Karain Mağarası’nda bulunan, ülkemizde bugüne dek bilinen tek fosil insan kalıntısıdır. Ancak yine de Neandertallerin çok iyi bilindiği söylenemez. Arkeoloji bölümleri arasında prehistoryanın, prehistoryanın bölümleri arasında Pleistosen arkeolojisinin fazla ilgilenilmediği gibi, Pleistosen arkeolojisinde de uzmanların çoğu bir milyon yıldan daha genç olan şeylerle fazla ilgilenmezler (McClain 2000). Bu yüzden Neandertal araştırmalarının gitmesi gereken yol oldukça uzundur.
Neandertallerin kültürü Orta Paleolitik Çağ’ı oluşturur. Bu çağın taş aletleri genellikle Alt Paleolitik Çağ’ın sonlarından beri kullanılan Levallois (yumruların vurma düzleminin hazırlanarak yonga çıkarılması) yöntemi ile üretilen yonga aletlerdir. Bu aletlerin bazılarının saplara takıldıkları ve mızrak gibi aletlerin ilk kez bu dönemde ortaya çıktığı düşünülmektedir. Mızrak gibi fırlatılabilen aletlerin ortaya çıkması kuşkusuz avlanmayı oldukça kolaylaştırmıştır; avın peşinden insanın kendisi yerine, aklıyla ürettiği aleti koşmuş, insan mücadeleyi, beden gücünden çok aklıyla sürdürmeye devam etmiştir.
Modern İnsan
Bugün dünyada yaşamakta olan tüm insanlar tek bir türü oluştururlar ve dünyada şimdilik bizden başka bir insan türü yaşamamaktadır. Ancak evrim tarihimizin böyle “tekrenkli” olmadığı, çeşitli insan türlerinin aynı zaman içinde yaşamış oldukları gerçektir. İnsanın evrimiyle ilgili bir başka önemli tartışma da modern insanın (Homo sapiens sapiens) kökenidir. Bu konudaki görüşlerden biri, mitokondrial DNA araştırmalarını esas alarak, bizim türümüzün günümüzden yaklaşık 140.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığını ve daha sonra Afrika dışına göç ederek dünyaya yayıldığıdır. Diğer görüşse çağdaş insanın yaklaşık 40.000 yıl önce Neandertallerin evrimi sonucu ortaya çıkmış olduğudur. İki görüşün de haklı yanları görülmektedir. Ancak Üst Paleolitik Çağ’ın yaklaşık 40.000 yıl önce başlayan ayrı bir kültürel evreyi yansıtmasından dolayı modern insanın ortaya çıkışının 40.000 yıl öncesinde başlamış olduğunu kabul edebiliriz. Tüm Paleolitik Çağ boyunca kültürel durumu yansıtan alet işleyimlerinin insan türleriyle birlikte değiştiğini göz önüne aldığımızda bu, mantıksız olmayacaktır.
Bizim türümüzün belirgin bedensel özellikleri, özellikle uzun kemiklerinin narin bir yapıda olması, art kafa kemiğinin çıkık olmaması, kaş kemerlerinin olmaması, güçlü ense ve boyun kaslarının olmaması, yüzün dışarıya doğru çıkık olmaması, dişlerin ufak yapıda olması ve çene çıkıntısının olmasıdır. Bu narin yapısı Homo sapiens sapiens’in bedensel olarak zorlanmaya gereksinim duymamış olması ya da bu tür zorlukları yaptığı aletlerle aşması yüzündendir. Bizim türümüzün yarattığı kültürler arasında olan Üst Paleolitik Çağ kültürleri, coğrafyaya göre farklılık gösterirler. Bu kültürlerin geçmiş kültürlerden farklı özellikleri arasında günümüze kalabilen kemik, boynuz, fildişi, deniz kabuğu gibi hammaddelerin de taş gibi hammaddelerle birlikte kullanılmış olmasıdır. Bir başka kültürel özellik ise, mağara resim ve kabartmalarının, küçük heykelciklerin yapılmasıyla kendini gösteren tinsel öğelerdir. Türümüzün gerçekleştirdiği önemli özelliklerden biri de insanların ilk defa Eski Dünya’nın dışına, Amerika ve Avustralya kıtalarında yaşamaya başlamış olmasıdır.
Resim: Manisa-Salihli’den Homo sapiens ayak izi.
İlk kez bazı hayvanları evcilleştiren ve bazı bitkileri kültüre alan da bizim türümüzdür. Yerleşik yaşama geçip, köyler, kentler kuran da bizim türümüzdür. Ancak bu bizim türümüzün yaşamış tüm insan türlerinden daha yüce olduğunu göstermez. Yaşamış tüm insan türlerinin yaklaşık olarak aynı başarı düzeyinde olduğunu kabul etmek bizi, Almanların ya da herhangi bir başka ırkın daha üstün olduğu düşünmeye benzer bir saçmalıktan kurtarabilir. Pleistosen bitip de Holosen başlayınca insanlar oldukça hızlı bir kültürel değişim sürecine girdiler. Son 12.000 yılda belki de 2.5 milyon yıl boyunca, tüm Paleolitik Çağ’da yarattığımızın yüzlerce katı kadar kültürel bilgi ve belge ürettik. Binlerce sayfalık tarih kitaplarını dolduran Neolitik, Kalkolitik, yazıyı bulduğumuz Tunç çağları, Demirçağı, İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ evrim tarihimizin bu zamansal açıdan en küçük yer tutan döneminde, Homo sapiens sapiens aşamasında yaşadığımız çağlardır.
Geçmiş Bitti, Gelecek Ne Olacak?
Tarihçiler, geçmişi bilmeyenlerin geleceklerini yönlendiremeyeceklerini söylemekte haklıdırlar. İnsan evriminin oldukça yüzeysel bir özetini yapma amacında olan bu yazıda, kültürel tarihimizin belki de en çok sözü edilen bölümlerine fazla yer verilemedi. Ancak yine de bu yazıyı geleceğe ilişkin bazı düşüncelerle bitirmek yerinde olacaktır. “Uygarlaşma” dediğimiz süreç insanlığa çok şey kazandırsa da, insanlık uygarlaşmakla çok şeyini de yitirmiştir: Sınıflaşma, insan nüfusunun çoğunu, küçük bir azınlık için kölelik yapar hale getirmiştir. Güçlüler kendi savaşlarında, kendileri yerine yoksulları savaştırmaktadır. Yalnızca savaştan etkilenen çocukların sayısı bile onlarca milyonla ifade edilmektedir. Dünyanın “süper güç”leri bastıkları bir “kırmızı düğme” ile dünyanın diğer ucundaki bir ülkede binlerce insanı bir gecede öldürebilmekte ve kimse de çıkıp bir şey diyememektedir. Çarpık kentleşme insanları doğadan koparmış, soluk alamaz hale getirmiştir. Çocuklar artık ağaçtan düşüp kollarını kıramamaktadırlar. Yalnızca son elli yılda binlerce nehirde kimyasal atıklar yüzünden yaşam sona ermiştir. Tükenen, ancak yaşamın sürmesi için yaşaması zorunlu olan hayvan türlerinin sayısı yüze yaklaşmaktadır. Tüm dünya ülkelerinde bulunan silahlar, dünyayı ve yaşamını onlarca kez yok etmeye yetecek kadar kuvvetlidirler, ülkeler savaşmak için bahane aramakta ve yaratmaktadırlar. Açlık milyonlarca insanın günlük sorunları arasında birinci sırada bulunmaktadır. Bu duruma “uygarlaşma” diyebilir miyiz?
Diğer yandan, dünyamızın her yanı kara bulutlarla kaplı değildir. Bazı yerlerde güneş kendini göstermeye başlamıştır. İnsan genomu projesi başarıyla bitmek üzeredir. Edineceğimiz bilgi, ortalama yaşam süresinin uzamasına büyük katkı sağlayacaktır. Doğrudur, yaşam süresinin uzaması ve hatta insanın “ölümsüz” olabilmesi yoksulların bir süre bundan yararlandırılmaması gibi kötü bir sonucu doğurabilir… Otomasyon ile üretim dünyanın her yanında hızla yaygınlaşmaktadır. Üretimde insan gücünün gereksizleşmesi, insan ya da hayvanların değil makinelerin çalışması söz konusudur. Bunun şimdilik görülen kötü sonucu, milyonlarca çalışanın işsiz kalması ve üretilen yaşamsal ürünlere sahip olamamasıdır… İnternet dünyanın her yanından gelen bilgileri toplayıp bilgiyi her yere yaymaktadır. Bugünkü aşamada internetin içeriğinin çoğu işe yaramaz, gereksiz ve hatta zararlı olabilir; internette başkalarına gönderdiğimiz her gizli bilgi de yüzlerce kişi ve kurum tarafından denetleniyor, hatta interneti insanca amaçları için kullananlar tutuklanıyor olabilir. Ancak bu üç unsurun (yaşam süresinin uzaması, otomasyon ve internet) uygarlığımızın önünde duran ileriki aşamanın “buhar makineleri” olacağı söylenebilir. Bu aşamada zenginliklerin yoksulluklarla birlikte yok olacağı, savaşların, en azından, azalacağı, insanların kendi kültürleri ve geçmişleriyle ilgili araştırmalar yapabilecek kadar boş zamana sahip olacağı ve bununla birlikte de düşünce üretiminin hızlanacağı düşünülebilir. Sorun yaşadığımız aşamanın ve bir sonraki (hayali kurulan) aşamanın ne kadar sürecekleridir. Kısacası geleceği tahmin etmenin geçmişi bilmekten daha zor olduğu söylenebilir.
NOT:
Yazı genel olarak Arsebük 1999 ve “Long Foreground” internet sayfalarından yararlanılarak yazılmıştır.
KAYNAK:
Sayın Berkay Dinçer’e ve PaleoBerkay sitesine yayınlama izni için gönülden teşekkürler…