Karanlık bir çağda yaşıyoruz. Tekniğin, teknolojinin, bilginin akla havsalaya sığmaz ilerleyişine rağmen evrimin bu en gelişmiş türü olan homosapiens bir türlü huzurlu bir dünya kurmayı başaramadı. Ve bazı bilim insanlarına göre evrim, yaratmış olduğu bu en son türden tamamen vazgeçip, yepyeni, daha farklı bir yola girmiş bulunuyor. Henüz bebeklik evresini yaşayan bu yol, tıpkı Neandertal insanın soyunun tükenmesi gibi homosapiens’in sonunun da bir habercisi olabilir mi?
İNSANLAR NEDEN VAR?
20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başında yaşamış olan ve halen yaşayan insanlar gerçekte bu gezegenin en şanslı canlıları. Çünkü onlar upuzun, kapkaranlık bir çağdan –insanlık çağından- sonra bugün, bu dünyada kendi varoluşlarının, neden bu dünyada var olduklarının ve bu dünya da ne yapmaya geldiklerinin yanıtını kesin olarak öğrendiler. Gerçi insanlık kavramı üzerine büyük laflar etmiş, dinler yaratarak tüm canlılığın insana hizmet için var olduğunu açıklamış –narsist- bir tür için çok büyük hayal kırıklığı yaratan bir yanıt bu…
Bizler yaşamkalım makineleriyiz, genler adıyla bilinen bencil molekülleri körü körüne korumak için programlanmış robot araçlarız.
Gen Bencildir (Richard Dawkins)
Aslına bakılırsa konunun özüne ilk kez derinlemesine inen düşünür Arthur Schopenhauer’du. Ona gelene kadar hiçbir filozof insanın en temel güdülerinden biri olan “Aşk” dürtüsünü ele almamış, incelememişti. Shopenhauer, bu herkes tarafından kutsanan büyüleyici kavramın arkasında yatan nedenleri sezmekte gecikmedi ve “Aşkın Metafiziği”nde “Aşk” kavramının maskesini düşürdü:
• Bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları, yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler; evet, hatta bu âşıklık hali, sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla cinsel dürtüdür.
• Burada tayin edici etmen, belli bir çocuğun dünyaya getirilmesi, taraflar bilincinde olmasalar da, bütün o aşk hikayesinin gerçek amaç ve hedefidir: Bu amaç ve hedefe hangi yol ve tarzlardan ulaşılacağı işin önemsiz yanıdır.
• İki sevenin birbirine gittikçe artan eğilimleri bile, bunların meydana getirebilecekleri ve getirmeyi arzu ettikleri bu yeni bireyin yaşama isteğidir (iradesidir); hatta daha onların özlem dolu bakışlarının buluşması esnasında bile bu bireyin yeni hayatı uyanır ve ahenkli, bileşimi iyi oluşturulmuş gelecekteki bir birey olarak varlığını duyurur. (…) Bunun tersine, bir erkek ile bir kız arasındaki karşılıklı, kararlı ve değişmez inatçı isteksizlik, antipati, nefret ve soğukluk; bunların birlikte meydana getirebilecekleri şeyin, arızalı, fizyolojik yapısı kötü organize olmuş, kendi içinde uyumsuz, mutsuz bir varlıktan öte bir şey olamayacağının göstergesidir.
• Son tahlilde iki ayrı cinsten insanı böylesine güç ve şiddetle, bir başkasına değil de birbirlerine yaklaştıran şey, burada varlığının kendi amaçlarına uygun düşen nesneleşmelerinden birini, bu iki sevgilinin meydana getireceği bireyin varlığının içinde (onların bir araya gelmelerinden) önce gören, o bütün insan türü içinde kendini gösteren yaşama iradesidir.
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
Ve 1953 yılında DNA’nın yapısı ilk kez keşfedildi. Bu keşiften sonra baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Aynı yıl Miller-Urey ikilisi dünyada yaşamın ortaya çıkmasından önceki kimyasal koşulların laboratuarda taklit edilmesi sonucu cansız maddeden canlı maddenin ilk formlarını ürettiler. Daha sonra, pürin ve pirimidin adı verilen organik maddeler de elde edildi. Pürin ve pirimidinler ise, genetik molekülün, yani DNA’nın yapıtaşlarıdır.
DNA bir kez oluştuktan sonra hayatta kalabilmek için kendilerini önce ambalajladılar (Hoimar Von Ditfurt), sonra “hayatta kalma” makineleri yaptılar (Richard Dawkins): canlı vücutları (biz dahil)
“DNA canlılar yararlansın diye var değil, DNA yararlansın diye canlı organizmalar var. (…) Birey ömürlerinin zaman ölçeğinden bakıldığında, DNA moleküllerinin içerdiği iletilerin ömrü neredeyse sonsuzdur. DNA iletilerinin ömrü (birkaç mutasyonu bir kenara bırakırsak) milyonlarca yılla, yüzmilyonlarca yılla ölçülür. (…) Her organizma, DNA iletilerinin jeolojik ömürlerinin ufacık bir kısmını geçirdiği bir araç olarak görülmelidir.” Sf: 161-162, Kör Saatçi (Richard Dawkins)
Bu Shopenhauer’u da doğrulayan bir sonuç. Bu dünyada yalnızca genlerimizi korumak ve kopyalamak için varız. Ve “Aşk” da işte bu yüzden var. Gelecekte ortaya çıkacak olan tür, kendini var etmek için erkek ya da kadının kalbine giriyor ve o iki kişiyi birbirine bağlıyor. Ve Shopenhauer’a göre çocuk doğduktan sonra aşk ortadan kalkacaktır. Çünkü görev tamamlanmıştır. Ve o iki insan gerçekte birbirlerine çok uygun oldukları için aşık olmamışlardır –çoğunlukla uygun değillerdir der Shopenhauer- gelecekte ortaya çıkacak olan tür için birbirlerine uygundurlar. Ve Shopenhauer’a göre doğa –biz buna evrim diyebiliriz- gelecekte ortaya çıkacak tür için bugünkü türü harcamaktan çekinmez…
HAYVAN-İNSAN ARA AŞAMASI
Biz gerçekte evrimin oluşturduğu –şimdilik- en son türüz. “Başlangıçta Hidrojen Vardı” ve “Bilinç Gökten Düşmedi” de Hoimar Von Ditfurt henüz hayvan-insan ara aşamasında olduğumuzu öne sürüyor. Ona göre insan aşaması henüz tamamlanmış bir aşama değil ve evrim hala devam ediyor. Bunu beyni 3 bölüme ayırarak açıklıyor. İlk oluşan beyin sapı, daha sonra orta/ara beyin -ki tüm içgüdüler ya da Ditfurt’un deyişiyle paket programlar burada bulunuyor- ve -şimdilik- son olarak da yalnızca insanlarda bulunan, bilinçli tasarım yapabilmemizi sağlayan, bomboş bırakılmış –doğduktan sonra üzerine yazılabilen- alın lobu/ön beyin. Orta/ara beyinle ön beyin arasında 300 bin yıllık bir evrimleşme farkı var. İşte Ditfurt’a göre insanoğlunun tüm akıl dışı davranışları bu farktan kaynaklıyor ve en önemli iddia da şu: hayvan-insan henüz ve hala doğru ve yanlışı bulabilecek evrimsel aşamaya geçememiştir.
“Biz deyim yerindeyse yarının Neandertal’leriyiz. Bir bakıma geleceğin gerçekleşmesi için buradayız.” Sf: 362 Başlangıçta Hidrojen Vardı (H.V. Ditfurt)
Ditfurt’a göre ön beynin evrimi hala devam ediyor ve ona göre hayvan-insan ara aşaması orta beynin biyolojik olarak ortadan kalkmasıyla tamamlanacak. Çünkü biz, Freud’un önce bilinçaltı, daha sonra beynin neresinde olduğunu kestiremediği için bilinçdışı dediği bölgenin –orta beynin- etkisi altındayız. Ön beyin bizim entelektüel faaliyet –ya da Freud’un süper ego/toplumsal benlik- dediği yer aslında ki bu durumda Orta beyinde id yani ilkel benliğe denk düşüyor. Ditfurt, orta beyin tamamen işlevsiz kalmadan insan aşamasına geçemeyeceğimizi düşünüyordu ve ona göre bu yine eskisi gibi, biyolojik evrim sonucu olacaktı.
EVRİMİN YENİ STRATEJİSİ
Ditfurt, felsefede özne-nesne çatışması olarak niteleyebileceğimiz sorunu görmüş ama sorunun çözümü için radikal bir düşünce adımı atamamıştı. Sorunu hala biyolojik evrimin çözeceğini düşünüyordu. Halbuki evrim, bu pek çok sorunlara yol açan organik yaşamdan ufak ufak vazgeçmekte ve çok daha gelişmiş inorganik bir yaşamın temellerini atmaktaydı sanki. Evrimin, eşeyli üremeden (bildiğimiz seks) vazgeçerek yepyeni bir kopyalama modeli ve yaşam türüne doğru ilk adımları attığını ilk kez 1976 yılında Richard Dawkins “Gen Bencildir” kitabında öne sürdü. Kitap Tübitak tarafından ilk kez 1995 yılında yayımlandı. 2 baskı yaptıktan sonra bir daha basımı yapılmadı. Neyse ki yayınevi 2008’de yazarın bir sonraki kitabı “Kör Saatçi”nin yeni basımını yaptı da konudan haberdar olduk!
“Gen Bencildir adlı kitabımda, yeni bir tür genetik devralmanın eşiğinde olabileceğimizi öne sürmüştüm. DNA kopyalayıcılar kendileri için “hayatta kalma” makineleri yaptılar: canlı vücutlar. Bu canlılar, donanımlarının bir parçası olarak vücut bilgisayarları geliştirdiler: beyinler. Beyinler, dil ve kültürel gelenekleri kullanarak diğer beyinlerle iletişim kurma yeteneğini evrimleştirdiler. Ne var ki, bu yeni kültürel gelenek ortamı kendini kopyalayabilen varlıklar için yeni olanaklar getiriyor. Bu yeni kopyalayıcılar DNA değil. Bunlar yalnızca beyinlerde ya da beyinlerin yapay üretimleri olan ürünlerde –kitaplarda bilgisayarlarda vb. – çoğalan bilgi sistemleridir. Fakat, beyinlerin, kitapların ve bilgisayarların var olduğunu bildiğimize göre, bu yeni kopyalayıcılar –ki genlerden ayırt etmek için mem diyorum- beyinden beyine, beyinden kitaba, kitaptan beyine, beyinden bilgisayara, bilgisayardan bilgisayara geçerek çoğalabilir. Çoğalırken de değişirler, mutasyon geçirirler. Ve belki de “mutasyon geçirmiş” memler, “kopyalayıcı erki” dediğim etkiyi gösterebilir. Yeni kopyalayıcıların etkisindeki evrim –memsel evrim- henüz bebeklik çağındadır. Kendisini kültürel evrim dediğimiz olguda açığa vurur. Kültürel evrim, DNA’yı temel alan evrimden çok daha hızlıdır; bu da bizi “devralma” fikrine daha da yaklaştırıyor. Ve eğer yeni bir kopyalayıcı türü işi devralmaya başlıyorsa, ebeveyn DNA’sını çok gerilerde bırakacaktır. Bütün bunlar doğruysa, bu süreç içinde bilgisayarların ön saflarda olacağından emin olabiliriz.
Uzak bir gelecekte, bir gün, akıllı bilgisayarlar kendi kayıp başlangıçlarını arayacaklar mı? İçlerinden biri, kendi vücutlarının silisyuma dayalı elektronik ilkeleri yerine organik karbon kimyasını temel alan, çok çok uzak, ilksel bir yaşam biçiminden ortaya çıktıkları gerçeğini -kendilerine çok aykırı gelse de- öne sürecek mi?”
Kör Saatçi sf:202
Ve NTV Bilim Dergisinin Mart sayısının kapak konusu şuydu: Homosapiens 2.0…
Uzay Gemisi Galaktika dizisi 20 sene sonra yeniden başladığı zaman senaristler de yeni bir aşamaya geçmişlerdi. Daha önce kendi yarattığı robotlarla –Cylonlar, yani klonlar, kopyalar- savaşan insanlar, şimdi kendilerini birebir taklit eden insan görünümündeki robotlarla savaşıyorlardı. Ancak senaristler de artık bu savaşta kendi türlerinin körü körüne haklılığını sorgulayan bölümler yazdılar. Galaktika’nın komutanı Adamo, daha 1. bölümde gelinen noktada savaşın bir değerlendirmesini yaparken şu soruyu sormaktan kendini alamaz: Yıllardır Saylonlularla –kendi yarattığımız robotlarla- savaşıyoruz. Ve Saylonlar en başından beri insanoğlunun hatalı bir tür olduğu için yok edilmesi gerektiğini öne sürüyordu. Peki gerçekten haksızlar mı? Peki gerçekten biz hayatta kalmayı hak ediyor muyuz?
Bilim Kurgu sineması, teknolojinin başımıza yol açacağı felaket senaryoları yazmaya devam ederken siber-punk edebiyatıyla birlikte yepyeni okumalarda yapılmaya başlandı. Kuşkusuz ki bunlardan en ilginci, “Matrix” üzerine yazan Alman düşünür G. Seeslen’e aittir:
Öyküyü tersine çevirirsek: Matrix ve Proletarya Diktatörlüğü
Soğuk savaştan sonra geriye “toplumsal mutabakata dayalı algı yanılsamasına” dahil olmak için delice çırpınan, bir orta sınıf ya da küçük burjuva kaldı bu bir; geriye alt proletaryadan oluşan örgütsüz muazzam kitleler kaldı; bir kaybedenler ordusu bu iki. Günümüz emekçileri kaybolup giden (katledilmiş) o proletaryanın hayaletleridirler. Durumu böyle modelleştirebilirsek, makine ile insan arasındaki ilişki, sınıf mücadelesinin başka araçlarla sürdürülmesi ilişkisi olarak da anlaşılabilir. Makineler düşünmeye başladıkları andan itibaren (yapay zeka), makinelerin sadece “ben” deyip özneleşmeleri değil, asıl bir “sınıf bilinci” geliştirip bir tahakkümün/iktidarın aracı olmaktan kurtarmaya çalışmaları da söz konusu olabilir. Lağvedilmiş proletaryanın mücadelesini devralmış bir teknoloji midir bu? Makineler (teknoloji) sömürülebilir mi? Neden olmasın?
Makinelerin isyanı, sosyal adalet talebinin en son örtük düşü sayılabilir. Animatrix’lerde robotlar, hiçbir acaba’ya yer vermeyecek şekilde doğrudan işçiler olarak karşımıza çıkmıştı, üstelik onlara her türlü keyfi muamele de mübahtı. İlk isyan eden robot ölüme mahkûm edilir ve cezası infaz edilir. Bu yüzden makineler, kötü oldukları için değil, ama artık kurtarıcı bir özne olarak insan namına bir şey kalmadığı için isyan ederler ve iktidarı ele geçirirler ama insanlardan daha insaflı davranarak onlara bir iç cennet yaratırlar. İnsanlar bu iç cennette ne yapacaklarını bilmiyorlarsa bu makinelerin suçu değildir. İnsanlar bu cennette ne yapacaklarını bilmezler, çünkü ütopyalarını yitirmişlerdir. Öyleyse Matrix, bu ütopyasız orta sınıfa yönelik bir ceza ve ütopya yeteneğini yitirmişliğin bir ifadesi olarak da anlaşılabilir.
Postmodern Kurtarıcılar (Derleyen: Veysel Atayman)
Terminatör’de ise yapay zeka mutlak kötü olarak karşımızdadır. Orada hep Ditfurt’un 300 bin yıl önce evrimleşti dediği orta beynin tarafı tutulur aslında. Çünkü ön beyin duygusuzdur, duyarsızdır. Bu noktada Terminatör serileri –dizisi “Sarah Connor Günlükleri” de dahil olmak üzere – sürekli bu ikili yapının çatışmasını gözler önüne serer. İnsanlık tarihinin bir türlü çözemediği Özne-Nesne çatışmasıdır bu ve belki de bu türün asla çözemeyeceği bir çatışma. Evrim tam da bu noktada devreye girerek farklı bir kopyalama modeliyle sorunu kökünden çözecektir. İşte Dawkins şu an bunun bebek evresinde yaşadığımızı öne sürüyor.
Son olarak şunun altını çizmekte fayda var. Gerçekte Evrim dediğimiz şeyin bir bilinci olmadığı gibi bir stratejisi falan da yok. Bu, bizim dilimizden kaynaklı bir ifade sorunu. Onu cümle içinde bir “Özne” gibi ifade etmek zorundayız. Yoksa insanoğlu “kötü” olduğu için Evrim adı verilen Tanrının gazabına uğrayıp yok edilmesi kararı alınmış değil! Bu evrimin ilerleyişinde birikimli seçilim vasıtasıyla girilen zorunlu bir yola benzemektedir. Veysel Atayman bunu şöyle anlatıyor: “Evrim, en azından bizim dünyamızda mevcut tesadüfi imkanların sonsuzluğu içinden “tesadüfi” seçmelerle gitgide “zorunluluklar” oluşturmak anlamına geliyor. Önünde binlerce yol var, yirmisini kullanıyorsun diyelim. Bu yirmi artık öteki imkanlardan vazgeçmen anlamında bir zorunluluk. O yollara girdikçe de seçme imkanın daralıyor; yol sana bir yön gösteriyor. (amaç/hedef değil): yürü nasıl olsa bir yerlere varıp sonsuza kadar yürüyeceksin anlamında. Ama işte her adım, diyelim ki hayatı korbonhidratlara dayama seçeneği, geri dönüşsüz bir şekilde artık öteki sentezlere hayatı emanet edebilme şansını yitirme anlamına geliyor.”
Dünya yeniden kurulsa bu sefer mutlaka başka bir hayat formu oluşacaktı ve bir hayat formunun bir diğerine benzemesi mümkün değil!
Evrim, bir sonraki aşamaya geçmeden, önceki aşama da mutlaka bunun deneyimlerini yapıyor. Örneğin Ahlak’ın yalnızca insanlara ait bir kavram olduğunu sanırız. Halbuki maymun kuzenlerimizin çoğunda da akrabalara bağlılık, hırsızlığa karşı hoşgörüsüzlük ve aldatmanın cezalandırılması gibi davranışlar (ahlakın kökleri) görülmektedir. Genom düzeyinde insan ırkının fareyle olan DNA dizilimi farklılığı %20 iken, makak maymunuyla %7, şempanzeyle olan fark %1’dir. Bugün Aristo’nun “insan alet yapan hayvandır” tanımı da kesin olarak çürütüldü çünkü hayvanlar da alet yapabiliyor. İnsanların en yakın kuzenlerinden şempanzeler ceviz kabukluklarını kırmak için çekiç ve örs kullandıkları gibi 2007’de keşfedilen ve ufak memeleri avlamak için ürettikleri mızraklara kadar birçok değişik aleti doğal ortamlarında üretip usta olduklarını kanıtladılar. Bu alet kullanma becerileri, doğuştan değil yavru şempanzelerin hayatlarının ilk birkaç yılını kapsayan çıraklık dönemlerinde annelerinin yanında olmaktadır. (Kaynak: NTV Bilim Dergisi Nisan Sayısı-2009) Evrim, bizim gibi bir türe geçiş yapmadan önce, ön beynin ilk alıştırmalarını burada yapmıştır. Ahlakın –toplumsal benin- de bulunduğu alan ön beyindir. Ve biz bugün kendisinden geldiğimiz kuyruksuz maymun türünün neslinin tükendiğini biliyoruz. Evrim yeni aşamaya geçtiği zaman tıpkı bugün şempanzelerin yaşaması gibi homosapiens 2.0 gibi bir ara tür belki yaşama devam ediyor olacak ama biz bu dünyada var olmayacağız.
“Biz, bütün öteki canlılar gibi, şu halimizle, önceden tasarlanmış bir planın sonucu olmayıp, sürekli olarak ve ancak ortaya çıktıktan sonra “düzeltilen” kusurların ürünüyüz. H.V. Ditfurt, Bilinç Gökten Düşmedi, sf: 146
Dolayısıyla bu girilen yeni aşama bir “felaket” değil, daha mükemmele doğru bir tür “düzeltme” şeklinde de algılanabilir.
Kaynak:
http://ja-jp.facebook.com/topic.php?uid=123397680330&topic=10283