Sitokrom – c


Proteinler Sitokrom C

Yaratılışçıların sürekli çiğnedikleri, ancak neyi çiğnediklerini anlayamadıkları bir öykü:

Enzimler, bir tepkimeyi, canlılığın bütünlüğünü bozmadan, düşük sıcaklıklarda en hızlı şekilde gerçekleştirmek için canlıların işletim sistemi için evrimleşmiş moleküllerdir ve çoğunluk da orta büyüklükte moleküllerdir. Böyle bir molekülün geçmişini (evrimleşmesini) ve filogenetik (canlıların akrabalık ilişkilerini) bilmeden atomlarının ya da molekülü oluşturan alt birimlerinin dizilişindeki olasılığı hesaplamaya kalkışırsanız, hangi molekülü alırsanız alınız, karşınıza inanılmaz küçük bir olasılık çıkar ve bunun bir rastlantı sonucu olarak ortaya çıkamayacağı sanısına kapılırsınız. Bunlardan en çok söz edilenlerden biri, canlılarda solunum işlevinin bir parçası olan mitokondrilerde oksijeni bir yandan öbür yana taşıma görevini yüklenen sitokrom-c’dir. Açık oturumlarda, evrim karşıtı tartışmalarında ve yayınlarda sık sık gündeme getirilen bu molekülün –öğrenmek isteyenler için- durumunu açıklama gerekliliği doğmuştur.
Söz konusu olasılık, 20 farklı amino asidin (biz buna yirmi farklı renkteki boncuğun diyelim), 100 tanede oluşan bir tespih şeklinde (yani sitokrom-c şeklinde) dizilmesinde, herhangi bir kombinasyonun ortaya çıkma olasılığıdır. Örneğin birden 100’e kadar, örnekleme verirsek 1. sırada, mavi boncuk, 5. sırada sarı boncuk, 87. sırada kırmızı boncuk ve buna benzer yüzlük bir dizilimin ortaya çıkma olasılığı her zaman 20 üzeri 100 ‘dür (buradaki 20 boncuk çeşitlerini, 100 de tespihteki boncuk sayısıdır). Böyle bir molekülün birden bire ortaya çıkma olasılığı her zaman budur.

Ancak:

Sitokrom-c’nin 20 üzeri 100 olasılıkla birden bire ortaya çıktığını ben söylemiyorum ki; onu yaratışçılar söylüyor. Evrim, bir şeyin hemen ortaya çıktığını söylemez.

NOT: Karmaşık yapıların rastlantısal olarak ve bir seferde oluştuğunu savunan evrimciler değildir. Sadece yaratılışçılar evrim teorisinin bunu önerdiğini söyleyerek gerçekleri çarpıtırlar. Evrim rastlantısallığa alternatif olarak doğal seçilimi önerir (bkz. İmkansızlık dağına tırmanmak. Richard Dawkins).

Onun milyonlarca yıl içerisinde nasıl geliştiğini açıklar. Böyle bir molekül seçile seçile bugüne kadar gelmiştir. Bu nedenle her canlı kendine özgü sitokrom-c taşır ve molekülün benzerliği de türler arasındaki akrabalığın derecesini yansıtır. Yani bu molekül sihirli bir molekül değil, çeşitlenebilir; çeşitlendiği zaman bile birçok kombinasyonu çeşitli ortamlarda iş yapabilir molekül olarak ortaya çıkar.

Yaratılışçıların sürekli ağızlarında çiğnedikleri bir istatistik hesap vardır. Esasında bu hesabın bu denli yaygın kullanılmasına zemin hazırlayan da benim yazmış olduğum, 1984 tarihli Kalıtım ve Evrim kitabımdır. Orada insandaki bir sitokrom-c’nin ortaya çıkma şansı 20 üzeri 100 olarak verilmiş ve bunun olasılığının bir maymunun insanlık tarihini yanlışsız olarak daktiloda yazması kadar düşük bir olasılık olarak verilmiştir. Bu özünde dikkati çekmek için yazılmıştı. Nereden bilebilirim hekimlik eğitimi yapmış olanların bile bunu anlayamayacaklarını ve kürsüye çıktıklarında her zaman büyük bir açık yakalamış gibi sürekli dile getireceklerini.

Bu molekül sihirli bir molekül değildir. Çeşitli varyasyonları da iş yapabilir. Örneğin 100 birimlik bir dizilimde 20 amino asit olması ve 20 amino asidin 100’lük bir dizilimde belirli bir sıraya oturtulma olasılığı 20 üzeri 100 ’dür, maymunlarla bizim aramızdaki fark sadece 54. sıradakidir (yalnızca bir adet amino asit); diğerleri aynıdır, köpekle 15, bira mayası ile 84 yerde farklılığımız vardır.

Bu hesap esasında evrimdeki akrabalıkların kanıtlanması için tarafımdan Türk halkına tanıtılmıştır. Gel gelelim ki anti evrimciler bunun ne anlama geldiğini –bugüne kadar- anlayamadılar. Bu hesapta diyoruz ki, bir insanın sitokrom-c’sinin bu şekilde dizilme şansı 20 üzeri 100’dür; bir maymunda bu molekülünün sadece 54’ncü amino asidi bizimkinden farklıdır. Yani maymun ile benim bu molekül açısından bir rastlantı olarak benzer olma şansımız 1/20 üzeri 99 dur, yani 1 rakamını, arkasına 99tane sıfır konmuş 20 rakamına bölerseniz (yani 20.000…..) çıkan sayının olasılığı kadar biz rastlantı olarak maymunla aynı molekülü paylaşmışızdır. Böyle bir olasılık kural olarak yok demektir.

Ancak aynı kökenden gelmiş isek, sadece bir mutasyon ile son aşamada birbirimizden ayrılmışız demektir, yani ortak atadan evrimleşmişiz demektir. Hayvanlar âleminde bize genel yapısı ile ne kadar benzerlik gösterenler varsa, benzerlik oranında bu moleküllerde de o denli benzerlik bulunmaktadır. Bira mayası bana çok uzak bir benzerlik gösterdiği için de 84 tanesi benimkinden farklıdır.

Ancak, bunu dogmatikler bir türlü anlayamadılar. Esasında güreşte künde diye bir oyun vardır; birinin sırtını yere yapıştırmak için abanırsınız, ancak karşıdaki sizin hemen anlayamadığınız, ancak sizin oynamaya çalıştığınız bir oyun ile sırtınızı yere yapıştırır. Yıllardır bu hesabı gündeme getiren yaratılışçılar, kendi sırtlarının bu hesapla mindere yapıştığının bile farkında değiller. Zaten olsaydılar, daha fazlasını öğrenmek için arkamıza düşerlerdi; anlayamadıkları için şimdi önümüzü kesmeyle uğraşıyorlar…

Yani bu sihirli bir dizilim değil, çeşitli varyasyonları olan ve çoğu varyasyonunun da çeşitli canlılarda işlev yaptığı bir moleküldür. Ancak bunu anlayabilmek için biyoloji bilimini, özellikle canlılar âlemini iyi bilmek gerekiyor. Hekimlerin bunu anlamasındaki zorluk bundan kaynaklanıyor.

Bu verilen örneği, herkesin anlayabileceği bir örneği çevirmek istersek, anahtar ile kilit mekanizmasını incelemeyle başlayalım. Bilindiği gibi, dişli ya da tırnaklı anahtarlar; ancak kendine uygun bir kilit bulduğu zaman kilidi açabilir. Kural olarak bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir iki santimlik bir anahtarda bile bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir anahtar düşünün ki, kendi üzerinde de küçük dişçikler (bu dişçiklerin sayısı insanda yaklaşık 3.4 milyardır) taşıyan, 32.000 kadar niteliği (yüksekliği) farklı tırnak ya da diş (gen) taşısın. Daha sade bir tanımla bir anahtarda yükseklikleri birbirinden rastlantısal olarak farklı 32.000 diş bulunsun. Anahtarcı, burada doğal seçilim mekanizmasıdır; anahtarların dişleri ile kilidin girintileri birbirine uyum yapınca çalışmasına izin veriyor; uymadığında anahtar daha deliğe girmeden ya da işlevsiz olduğu anlaşıldıktan sonra etkisiz hale getiriliyor; sürekli deneme-yanılma yöntemi ile bu deney sayısız birey üzerinde deneniyor. Hangi anahtar hangi kilidi açıyorsa, o kapı açılıyor ve yeni bir yola giriliyor; buna evrimsel hat diyoruz. Her zaman uygun anahtar ya da kilit bulunabiliyor mu? Hayır. Bu uygun anahtar-kilidi bulamayan türlerin hepsi zaman içinde ortadan kalktı. Her zaman en iyi anahtar-kilit mekanizması bulundu mu? Onun da yanıtı hayır. Öyle olsaydı soyu tükenen türler olmayacaktı.

Bilimden haberi olmayanlar, bir protein molekülünün oluşma olasılığını vererek, bunun ancak bir mucizeyle ya da bir yaratanla oluşabileceğini ileri sürerler. Bilimsel alt yapısı olmayanlar da bunun, bu hesabın nedenini kavrayamadıkları için, birden ol buyruğunu kurtuluş olarak görerek, dört elle sarılırlar. Yaratılışçılar, görüyor musunuz halkımızın %90’ evrime inanmıyor diyerek güçlü bir dayanak bulduklarını zannediyorlar. Halkın %99’ı evrime hayır dese bile, bu evrim mekanizmasının olmadığı anlamına gelmez. Görsel ve yazılı basının içine düştükleri yanılgılardan biri de budur; çoğunluk nerede ise doğru odur; bu ancak emperyalist ülkelerin sömürülecek ülkelere dayattıkları – geleceğimizi karartsa da çoğunluk neredeyse doğrusu odur – demokrasi modelinde ya da uygulamasında geçerlidir; bunun bilimde hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü 70 milyon gecekondu, bir Süleymaniye etmez de ondan…

14.08.2009 tarihinde Haber Türk televizyonunda yapılan tartışmalarda görüş bildiren ve soru soran bilim adamlarının yaklaşımlarının, -ne yazık ki sunucu, çoğunun üniversitelerde biyoloji bölümlerinde öğretim elemanı olduğunu söyledi- durumumuzun hiç de iç açıcı olmadığını gösterdi. Örneğin İTÜ genetik bölümünden (hem de genetik bölümü), biri, konuşmacılara, birkaç bin atomdan meydana gelmiş dev bir enzim molekülünün saniyenin kesirleri içinde nasıl doğrulukla katlandığını açıkla gibi,- kendince çok zor- bir soru yönlendirdi. Bu, ne yazık ki, meslektaşımızın, biyokimyanın daha temel ilkesini bilmediğini gösterir. Proteinlerin bu kadar büyük yapılmasının nedeni, hedef molekülü tanıyarak doğrulukla kilitlenmeyi ve kendi üzerinde doğru katlanabilmeyi sağlamak için bile olduğunu anlamadan üniversiteye öğretim elamanı alınmış; bu en azından üniversiteler açısından ürkütücü… 11 haneli bir telefon numarası ile dünyadaki herhangi bir telefona nasıl saniyeler içinde doğrulukla bağlanıyorsak, özel dizilimli enzim molekülü de uygun yerlere öyle bağlanarak katlanıyor.

Bu kadar büyük bir molekülün evrimi mi? Unutmayın bir zamanlar telefon numaraları 4 haneliydi, sonra 5 oldu, sonra 6 haneli oldu, sonra 7 haneli oldu ve bugün en az 11 haneli oldu; hepsi de iş görüyordu; ancak daha dar bir alanda.

Enzimler de küçük yapılı moleküllerden olabilirdi; kataliz edecek molekülün ille de büyük olması diye bir kural yoktur. Ancak belirli sayıdan küçük olan bir molekülün başka bir molekül tarafından taklit edilme şansı çok yüksek olacağından ve hata yapma olasılığı artacağından (katlanma ve hedef bulmada olduğu gibi), moleküldeki atom sayısını artırma eğilim korunmuştur. Sonuçta bugün (özellikle evrimini bilmeyenlerin) birçoğumuzun hayranlık duyduğu moleküller ortaya çıkmıştır.

Moleküller karmaşık olmayıp da basit kalsaydı ne olurdu? Birbirinden bu denli farklı çok sayıda canlı olmazdı; zengin bir biyoçeşitlilik oluşmazdı. Pekâlâ, dünyada daha zengin bir biyoçeşitlilik olabilir miydi? Olabilirdi. Niye olmadı? Bunun için biyolojik evrimleşmenin tarihsel olarak gerilerine uzanmamız gerekir. Ozon tabakası, güneşten gelen güneş ışınlarının sadece bazı boylarını yeryüzüne bıraktığı için ve bu dalga boyları da ancak belirli moleküllerin sentezlenmesine için verdiği için, her türlü molekül değil; ancak belirli moleküller sentezlenebilmiştir. Bu nedenle bu molekülleri yapı taşı alan canlılarda da sadece alfa amino asitler, sadece ışığı sağa çeviren şekerler kullanıldı ve enerji kaynağı olarak da ATP kullanılmaya başlandı. Beta amino asitleri, ışığı sağa kıran şeker formlarını, enerji kaynağı olarak da ayrıca GTP’yi kullansaydı ne olurdu? Bugünkünden çok daha zengin ve renkli bir dünya olurdu. Aynen iki elimizden sadece birini (solu ya da sağı) kullandığımız zaman yaptığımız iş ile iki elimizi kullandığımız zaman yaptığımız iş arasındaki fark gibi. Ozon tabakası bize sadece bir elimizi kullanacak olanağı sağlamış… Öbürü esirgenmiş…

Açık oturumlarda sorulan bilinçsiz (bazen aptal) sorulardan bir tanesi de “ilk canlı nasıl ve ne zaman oluştu”? Evrim mekanizmasını anlatmakla kendini yükümlü sayan insanlar da, bildikleri ve dilleri döndüğü kadarıyla bunun nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışırlar. Hiçbir zaman da tam anlatamadıkları için, program bittiğinde bu soru yanıtsız kalır. Şunun iyi çok bilinmesi gerekir: Canlılık, organize ve belirli görevleri yapan bir sistem olarak sahneye çıkmadı. Birkaç on dizilimden oluşan bir molekülün (RNA olarak bilinen) kendini çoğaltma yeteneği kazanması ile yola çıktı. Buna moleküler evrim diyebiliriz. İnorganik moleküllerden daha sonra canlılığın temellerini oluşturacak, kendi kendine ya da basit aracılar kullanmak suretiyle kendini çoğaltabilecek, bugünküne göre çok daha basit organik (biz buna organoyik diyoruz) moleküllerin oluşması ile evrimleşme başladı. Zamanla gelişti. Ne zaman ki, çevre koşullarını algılayacak (duyu almaçları) ve tepki gösterecek organizasyonu (uyarılabilme) kazandı, o zaman canlı adını aldı. Yani canlılık koşmaya, canlı olmayan moleküller ile başladı…

Böyle bir başlangıç molekülü başka bir gök cisminde de oluşabilir mi?

Sıcaklık ve koşullar uygunsa oluşmaması için bir neden bulunmamaktadır.

Pekâlâ, bizim organizasyonumuz gibi bir canlı o gök cisimlerinde evrimleşebilir mi?

Bunun yanıtı: Çok zor. Çünkü moleküler evrimin karmaşık canlıların evrimine dönüşme koşulları çok daha sınırlı görünmektedir. Gök taşlarında zaman zaman amino asit ve canlıların ilkin yapı taşlarına benzer moleküllerin bulunması, moleküler evrimin karmaşık bir canlı sisteminin ayakta kalamayacağı ortamlarda bile oluştuğuna işaret eder.

Görsel basında, sürekli, yaratılışçılar çıkarak Tanrısal oluşumu ya da evrimciler çıkarak biyolojik evrimleşmenin nasıl olduğunu halka anlatmak için çırpınırlar. Evrimleşmeyi anlatmaya çalışanların çabalarını saygıyla karşılıyorum. Ancak, bunun zannedildiği gibi yaygın bir etkisi olmayacağını da 44 yıllık bir öğretim üyesi olarak söylemek zorundayım. Çünkü evrim mekanizmasını bilen bir kişi (Türkiye’de bunların sayısının birkaç elin parmağını geçmeyecek kadar az olduğunu söyleyebilirim) zaten bunları tartışma gereğini duymaz; onların derdi bu mekanizmadaki gitmezleri ya da bilinmezleri açıklamadır, araştırmadır. Mekanizmayı bilmeyen bir kişi için de evrim mekanizmasını televizyonlardan anlamak hemen hemen olanaksızdır.

Ancak evrim kavramı farklı bir yaklaşımdır. Evrim mekanizmasıyla yakından ilgilidir; ancak bire bir örtüşmez. Nükleer santraların kullanılması ile nükleer santraların işleyişinin tartışılması gibi (birincisinde çok kişinin söyleyeceği bir şey vardır; ancak ikincisinde, yani işleyişinde söyleyecek ya da anlayacak birkaç kişi bulabilirsiniz). Evrim kavramını Türkiye’de benimsemiş çok sayıda insan vardır. Bunlar dogmadan kurtulmuş, yeniliklere açık; A olarak girdiği bir yerde, dinledikten ve öğrendikten sonra fikrini değiştirerek B olarak çıkabilen; geleceğe aydınlık adımlarla ilerleyen, aklı ve bilimi kendine rehber yapmış kişilerdir. Esas geliştireceğimiz kesimler bu kesimdir; çünkü yeniliklere açıktır. En azından kararlarında aklı kullanırlar.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Kaynak:

Sivaskaracivan.com

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s