Dinazorların Sessiz Gecesi
Gelişmenin izleyeceği yolun bir çok ihtimale açık olduğı ya da ihtimallerin sonsuz büyüklükte olduğu durumlarda, rastlantının bir önemi yoktur. (Bilinç Gökten Düşmedi)
1995 yılında Veysel Atayman Yeni Alan Yayıncılıktan “Dinazorların Sessiz Gecesi” başlığında 6 ciltlik bir seri kitap çevirdi. Kitap entelektüel çevrelerde büyük heyecan yaratmıştı; dizi kısa sürede bir kaç baskı yaptıktan sonra ortadan kayboldu ve uzun süredir sadece sahaflarda o da bazı ciltleri bulunabiliyordu. Ben bu seriyi ilk duyduğumda henüz üniversitede öğrenciydim ve henüz bir süredir Atayman yazı ve çevirilerini takip ediyordum. Kitabın adını daha sonra mutlaka okumak üzere bir kenara yazmıştım çünkü anlatılan şeyin yalnızca ayrıntılı bir şekilde canlıların evrimi olduğunu sanıyordum ama bugün, “yalnızca” sözcüğünün ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu öğreniyoruz.
Aslında “Dinazorların Sessiz Gecesi” adı altında bir kitap yok! Bu başlık, Hoimar Von Ditfurt’un “Başlangıçta Hidrojen Vardı” adlı kitabının ara başlıklarından biri. Veysel Atayman o zamanlar kitabın gerçek başlığını : –anlaşılamayacağı düşüncesiyle- kitaba koymuyor çünkü bu başlık gerçekte büyük dinlerin “Başlangıçta Söz Vardı” cümlesine bir yollama, hatta onlarla bir polemik!Şimdi eski “Dinazorların Sessiz Gecesi” 3 kitap halinde, gerçek isimleriyle yeniden gözden geçirilmiş, düzeltilmiş, güncellenmiş şekilde Cumhuriyet Kitapları/Popüler Bilim serisinden yeniden basılıyor.
1) Başlangıçta Hidrojen Vardı
2) Bilinç Gökten Düşmedi
3) Biz, Bu Evrenin Çocukları
Aslında Dinazorların Sessiz Gecesi, tartışmaya çalıştığı konu itibariyle, Konrad Lorenz’in “Saldırganlığın Doğası Üzerine / İşte İnsan” kitabı henüz çevrilmediği için eksikti. Ditfurt’un da hocası olan, hayvan davranış biliminin kurucusu Konrad Lorenz, filogenetik adını verdiği yepyeni bir bakışla hayvanları ve canlıları çözümlüyor, insana çok daha farklı bakmamızı sağlıyordu. 70’li yıllarda yayımlanan ve yalnızca Almanya’da 24 baskı yapan Lorenz’in bu “manifesto”sunun Türkçesi bizde çok geç, ancak 2008 ocak ayında yayımlandı. (Veysel Atayman, bu işi üzerine almasa kim bilir daha ne kadar bekleyecektik!) Cumhuriyet Popüler Bilim Kitaplarının yalnızca çevirmeni değil aynı zamanda çevirilecek kitapların belirleyicisi olan Atayman’ın aslında derdi, bugüne kadar ufak tefek bazı makaleler dışında Türkçe yazının hiçbir yerinde bulunmayan “sistem teorisi”ni tartışmaya açmak.Günlük hayatın, politikanın, kısır tartışmaların içinde boğulmuşken, bu kitaplar yalnızca kendimize ve insana bakışımızda kökten değişiklikler önermiyor; aynı zamanda “Biz / İnsanoğlu gerçekte kimiz?” sorusuna son derece iddialı yanıtlar veriyor, tartışmaya açıyor. Mümkün olduğunca insanın kendine yabancılaşmasını yani kendine dışardan bakmasını sağlıyor ki bu çok önemli. Ayrıca şu da iddia edilebilir ki bu kitaplar okunmadan bir siyaset sosyolojisi ya da felsefesi yapmak da artık çok mümkün görünmemektedir. Hatta belli bir siyasete angaje olmakta!
Türkiye’nin belki de en entellektüel marksisti Veysel Atayman bu konuda şöyle diyor: Marksist bilgi teorisinin özne/bilinç-nesne/gerçeklik ilişkisi (ki dolaylı, sonradan geliştirilmiş bir bilgi teorisidir bu) aklın, kavrayıcı bilincin tam da gerçekliğin dışında bir alımlayıcı aygıt olmayıp, gerçekliğin sonucu olduğunu pek öne çıkartamaz. Sorun politik öznenin kendine inancını desteklemek olduğu için de, kavrayıcı özne, kavraya kavraya gerçekliği nihai olarak yakalar, onunla örtüşür. (Hegelci özne-nesne özdeşliğinin bir versiyonudur bu zaten) Oysa “Dünya” ondan ayrı oluşmuş bir akla adım adım teslim olma gibi bir tuhaflığa sahne olmaz. Akıl zaten o adımlardan biridir…
Tanrı, Doğanın/Evrimin Ortaya Çıkardığı Bir Sosyal Engel Mekanizmasıdır.
Büyük Dinlere göre Tanrı, tüm canlıları insanoğlunun emrine vermiştir. Öncelikle bu “insan merkezci” bakış açısını eleştirir Lorenz. “Saldırganlığın Doğası Üzerine/İşte İnsan” adlı kitabında hayvanlar üzerine ne biliyorsak neredeyse hepsinin hatalı olduğunu öne sürer. Ona göre insan, devam eden evrimsel sürecin şimdilik son ürünü. Ve devam eden evrimsel süreç içinde tasarlayıcı akıl ve ahlak da dahil olmak üzere ortaya ne çıkmışsa tüm bunların doğaya karşı değil tam tersine bizzat doğa tarafından ortaya çıkarıldığını iddia ediyor:
“Genele fayda sağlayan, türe yararlı, hatta vazgeçilmez olan dürtü değiştirilmeksizin bırakılırken, zararlı olabileceği özel durumları önlemek için bir sosyal engel mekanizması ortaya çıkar. “(sf. 188)
“Eylemimin (ahlaki) ilkesini bir doğa yasası düzeyine yükseltebilir miyim? diye sorduğumda, bu (içgüdüsel davranış) zaten bir doğa yasası olduğu için, alacağım cevap açık ve kesindir.” sf: (403)
Vahşi hayvanlar gerçekte hiç de vahşi falan değildir. En saldırgan hayvanlar gerçekte kendilerine en hakim olan hayvanlardır. Doğanın onlar için çizdiği bariyerleri anlatıyor kitabında Lorenz. Bu anlamda “insan vahşi bir hayvandır” sözüne Lorenz, “keşke öyle olabilseydik” diye yanıt veriyor!
Örneğin bir erkek bir kadını döverse hemen tepkimiz “hayvan bu”, daha uygarlaşmamış, insan değil! deriz değil mi? YANLIŞ! Hayvanlar aleminde -bazı patalojik durumlardan kaynaklanan istisnalar dışında- erkek tarafından dişiye saldırı doğa tarafından kesin olarak engellenmiş. Dişi türün devamından sorumlu çünkü. Demek ki bir erkeğin kadını dövmesi “doğal” bir şey değil! O zaman tamamen “insani” bir şey midir bu? Ya da gerçekte “uygar” olan hayvanlar mıdır?
Örneğin birini boğulurken gördünüz, hemen hiç düşünmeden denize atlayıp o kişiyi kurtarırsınız değil mi? Ve bunu da insani değerlerle açıklarsınız. Eğer kişi bunu yapmıyorsa sen insan değilsin diye suçlarız. Hayır diyor Lorenz; Bu gerçekte hayvani bir davranıştır. Aynı davranışı babun maymunu da yapardı! Ya da gri kazların davranışlarını incelediğimizde insan davranışlarına benzerliği karşısında hayrete düşeriz.Lorenz’e göre bu doğanın en son türü, tasarlama yeteneğine sahip olduğu için – ki Ditfurt’la buna ön beyne (alın bölümü) sahip olduğu için diyeceğiz çünkü hayvanlarda beyin sapı ve ara/orta beyinden sonra gelişmiş bir ön beyin yok- doğa/evrim hayvana uyguladığı içgüdü gibi bir engel mekanizmasını insanda oluşturamıyor. Daha doğrusu insanda hala varolan ve son derecede etkili olan içgüdüler işlevini yitiriyor; çünkü tasarlama yeteneği sayesinde yaptığı araçlarla hiç tanımadığı, yüzünü bile görmediği bir insanı öldürebilen insan, öldürdüğü insanı hiçbir zaman görmediği için hisleriyle –dolayısıyla aslında içgüdülerin merkezi orta beyniyle- bunu algılayamıyor. Hayvanda “öldürmemek” bir iç güdü emriyken biz de “öldürme” Musa’nın 10 Emir’inden biri haline geliyor. Lorenz’e göre doğa/evrim din, ahlak v.b. gibi soyut inanç sistemlerini bulması sayesinde, tür korumasını ancak sağlayabiliyor.
Lorenz ve Ditfurt, filogenetik/evrimci bakış açısıyla tüm perspektifimizi değiştiriyor. Örneğin artık bu doğaya uygun mu sorusu anlamlı bir soru değil! Doğanın hangi aşamasına uygun? sorusunu sormak durumundayız. Çünkü doğa her aşamada oluşturmuş olduğu canlı türünün hayatta kalabilme yüzdesine göre bir seçim gerçekleştiriyor ve bu hiç durmadan da değişiyor. Bu seçimi mutasyon ve doğal seçim yapıyor. Doğa/evrim hep en fazla hayatta kalabilenlerle ilerliyor. (Bu noktada yalnızca insan türünde bulunan “evliliği” de doğaya uygun kabul etmek zorundayız çünkü Homo Sapiens türünde hamilelik süresi uzamış olmasına rağmen her doğum bir erken doğumdur. Homo Sapiens beyni doğumdan sonra diğer hiçbir türde görülmeyen oranda büyümeye devam ediyor. Bu, başka hiçbir türle karşılaştırılamayacak kadar uzamış bir çocukluk, yani bağımlılık dönemi anlamına gelir. Bu durum dişi Homo Sapiens’in gerek uzun hamilelik gerek uzun annelik döneminde ciddi yardım almasını gerektirir. Bu evrimsel gereklilik yüksek bir toplumsal dayanışmayla çözülebilirdi. Yani evlilik, insan bebeğinin hayatta kalma yüzdesini artırmak için doğaya uygundur. Shopenhauer’ın dediği gibi: Evlilikte asıl istenen şey zekice sohbetlerle hoş vakit geçirmek değil, çocuk dünyaya getirmektir.)
Henüz Hayvan-İnsan Ara Aşamasındayız
Biz gerçekte şu an evrimin oluşturduğu –şimdilik- en son türüz. “Bilinç Gökten Düşmedi” de Ditfurt henüz hayvan-insan ara aşamasında olduğumuzu anlatıyor. Ona göre insan aşaması henüz tamamlanmış bir aşama değil ve evrim hala devam ediyor. Bunu beyni 3 bölüme ayırarak açıklıyor. İlk oluşan beyin sapı, daha sonra orta/ara beyin -ki tüm içgüdüler ya da Ditfurt’un deyişiyle paket programlar burada bulunuyor- ve -şimdilik- son olarak da yalnızca insanlarda bulunan ve evrimi hala devam eden ön beyin. Bilim adamları başlangıçta beyin üzerine araştırmalar yaptıklarında hayretler içinde kaldılar; çünkü beyin sapı ve orta/ara beynin tek tek bölgelerinin ne işe yaradığı tesbit edilebilirken, ön beyin sanki tamamen boş gözüküyordu. Sonunda bunun nedeni anlaşılabildi. 19. yüzyılda İrlanda’da bir grizu patlamasında bir madencinin ön beyni, içine giren bir çubukla paramparça olmuştu ama şaşırtıcı bir şekilde adam ölmediği gibi normal yaşamına da devam etti. Bir süre sonra bu yaşamın çok da normal olmadığı anlaşılır. Adam sonradan öğrendiği şeyleri yerine getirememektedir. Çünkü ön beyin sonradan doldurulmak üzere boş bırakılmıştı evrim tarafından. Aslında Ditfurt tüm bir felsefe tarihinde kendinin farkında olan Özne’nin beyindeki yerini gösteriyor bizlere. Ön beyin bizim entellektüel faaliyet –ya da Freud’un süper ego/toplumsal benlik- dediği yer aslında ki bu durumda orta beyinde id yani ilkel benliğe denk düşüyor. (Yani Freud’un önceleri bilinçaltı, daha sonra ise bilinçdışı dediği yerin neresi olduğunu bize gösteriyor) Orta/ara beyinle ön beyin arasında 300 bin yıllık bir evrimleşme farkı var. İşte Ditfurt’a göre insanoğlunun tüm akıl dışı davranışları bu farktan kaynaklıyor ve en önemli iddia da şu: İnsanoğlunun tüm akıl dışı davranışları aslında hala orta/ara beynin egemenliğinde olmasından kaynaklanmaktadır ve hayvan-insan henüz ve hala doğru ve yanlışı bulabilecek evrimsel aşamaya geçememiştir. Bunu Lorenz’le birleştirdiğimizde tüm dinler işte bu yüzden ortaya çıkıyor. Peki eğer gerçek buysa politikayı neye göre yapabiliriz? Ve gerçekte özne kimdir?
Tanrı Meselesi…
Ditfurd ve Lorenz’in çalışmaları bir başka açıdan tüm dinlerle polemiğe giriyor. “Başlangıçta Hidrojen Vardı” da Ditfurt hayatın, canlılığın oluşması için bir hidrojen atomu, bir zaman, bir de mekanın olmasının yeterli olduğunu, bunun dışında hiçbir dış etkiye ihtiyaç olmadığını söylüyor. Atayman bunu şöyle anlatıyor :
“Evrim, (yazara göre): En azından bizim dünyamızda mevcut tesadüfi imkanların sonsuzluğu içinden “tesadüfi” seçmelerle gitgide “zorunluluklar” oluşturmak anlamına geliyor. Önünde binlerce yol var, yirmisini kullanıyorsun diyelim. Bu yirmi artık öteki imkanlardan vazgeçmen anlamında bir zorunluluk. O yollara girdikçe de seçme imkanın daralıyor; yol sana bir yön gösteriyor. (amaç/hedef değil): yürü nasıl olsa bir yerlere varıp sonsuza kadar yürüyeceksin anlamında. Ama işte her adım, diyelim ki hayatı korbonhidratlara dayama seçeneği, geri dönüşsüz bir şekilde artık öteki sentezlere hayatı emanet edebilme şansını yitirme anlamına geliyor. Dolayısıyla dünya yeniden kurulsa bu sefer mutlaka başka bir hayat formu oluşacaktı ve bir hayat formunun bir diğerine benzemesi mümkün değil!”
En ilginç iddialarından biri de şu an yaşadığımız evrenin ilk evren olmamış olabileceği! Başlangıçta yalnızca siyah bir nokta vardı. Noktanın dışında bir şey yoktu. Yani herşey noktaydı. Büyük patlamayla evren genişlemeye başladı. Büyük patlamayla genişleyen evren, bir süre sonra genişlemesini tamamlayıp büzülmeye başlayacak ve yeniden sıfır noktasına ulaşacak. Hesaplamalara göre işte o sıfır noktasına ulaşır ulaşmaz yeni bir patlamanın olması kaçınılmaz diyor Ditfurt. Yani yepyeni bir hayat biçiminin oluşacağı yeni bir evren oluşacak bu kez ve biz şu an kimbilir kaçıncı evrendeyiz? (Bu bize özellikle Matrix serisinin 2. filmini anımsatıyor. Neo, Matriks’in yaratıcısıyla karşı karşıya geldiğinde programcı ona bunun bilmem kaçıncı Matriks olduğunu söyler. Ondan öncekilerin hepsi çökmüştür çünkü.)
Ama Ditfurt örneğin “Tanrı Yanılgısı”nın yazarı Dawkins gibi de “Tanrı yoktur” demiyor. İlla bir Tanrı’ya inanacaksanız onun Big Bang’i ya da evrimi başlatmış olduğuna inanabileceğinizi ama ondan sonra ki olaylara kesinlikle karışmadığına dair elimizde çok kesin kanıtlar olduğunu söylüyor. Ditfurt dindarları kırmamak için çok büyük çaba sarfediyor ama yine de kuramının dindarları kızdırmaması mümkün değil. Ditfurt’a göre şu an ki canlılığa baktığımız zaman ortada gerçekte hiç de “mükemmel” ya da “akıllı tasarım” söz konusu değil. Hatta eğer bizi bir Tanrı yarattıysa bu çok sorunlu hatta neredeyse “aptal” bir tasarım demeye getiriyor:
Biz, bütün öteki canlılar gibi, şu halimizle, önceden tasarlanmış bir planın sonucu olmayıp, sürekli olarak ve ancak ortaya çıktıktan sonra “düzeltilen” kusurların ürünüyüz. (Bilinç Gökten Düşmedi sf: 146)
Ditfurt ayrıca 5 duyumuzu da son derece yetersiz buluyor. Varolanlar karşısında neredeyse kör sayılırız diyor. Çünkü 5 duyunun evrimine bakıldığında dünyada/evrende olup biteni anlamak, çözümlemek için değil hayatta kalabilmek, türün devamını sağlamak, dış dünyadaki tehlikelere karşı dışa kapalı ama beslenme ihtiyacı içinde dışa açık bir dengede oluşmuş diyor: Bizim algılama mekanizmamız, çevremizdeki havada sonsuz sayıda program cirit atarken, hiç değiştirmeksizin, iyice net bir şekilde, tek bir istasyona, tek bir programa ayarlanmış bir radyo alıcısını andırmaktadır. (Bilinç Gökten Düşmedi, sf: 56)Ditfurt’un dili son derece yalın ve akıcı, dahası en karmaşık olayları bile bir roman kurgusu gibi anlattığı için okuması da çok zevkli. Şimdilik 4 kitap. (“Biz, Bu Evrenin Çocukları”çıkalı daha çok yeni) Dahası da gelecek. Veysel Atayman, şimdiden oluşturmaya başladığı bir çeviri grubuyla Türkçe yazının kapkaranlık entelektüel dünyasını bir parça olsun aydınlatma ama onun da ötesinde tartışmaya açma konusunda kararlı. Bu kitapları http://www.kitap.cumhuriyeti.com.tr/Listele/22 adresinden hem piyasaya göre çok çok ucuza satın alabilir hem de bundan sonra çıkacak olan kitapları yine aynı adresten takip edebilirsiniz.