Pek çok geçiş fosili bulunduğu gibi, pek çok geçiş canlısı da mevcuttur. Yaratılışçılar, geçiş türleri hakkında son derece önyargılı ve cahilce davranmakta; işlerine gelmeyen bilgiyi de her zaman olduğu gibi çarpıtmaktadırlar. Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Geçiş türleri veya fosillerini bulamasaydık da, bu evrim kuramını geçersiz kılmazdı. Bugün Coelacanth gibi, Archaeopteryx gibi, Icthyostega gibi, Seymouria gibi geçiş fosillerine rastlıyorsak, bu sadece şanslı olmamızdan dolayıdır.
Evrim kuramı, fosilleşme olasılığı hakkında hiçbir şey söylemez. Fosilleşme olasılığı, fosilleşme süreci ile uğraşan bilim insanlarının ve jeologların üzerinde yorum yapacakları bir iştir ve bu yorum da, fosilleşme olasılığının genellikle çok düşük olduğu şeklindedir.
Yüz binler ya da milyonlarca yıl önce yaşadıktan sonra soyları tükenip yaşamdan çekilmiş canlıların kanıtlarını bugün bulup göstermek zordur. Çünkü canlılar öldükten kısa bir zaman sonra doğa tarafından “yok edilir”. Bu yüzden böyle canlıların yaşadıkları, ancak fosil denilen günümüze dek oluşabilmiş kemik kalıntılarıyla belirlenebilir. Vücudun diğer parçalarına göre biraz geç de olsa, diğer parçalar gibi bu kemik kalıntıları da kısa zamanda yok olur. Ancak çok uygun koşullar olursa, söz konusu kalıntılar günümüze dek ulaşabilir. Örneğin buzullar, kayalar, derin tabakalar arasında sıkışıp kalmış ve bu yüzden de bozulup çürümeye uğramadan günümüze dek korunabilmiş bazı fosiller bulunabiliyor.
Ayrıca geçiş aşamaları her zaman kısa sürer. Bu durum toplumlarda da böyledir, doğada da. Bir durumdan başka bir duruma geçiş görece kısa bir zamanda gerçekleşir, sonra yine denge sağlanır. Dengenin yeniden bozulmasını gerektiren yeni bir durum ortaya çıkana dek bu kararlı denge durumu fazla bozulmadan varlığını uzun süre devam ettirir. Türlerin evriminde de aynı durum söz konusudur. Zaten az bulunan fosiller içinde, ara yaşam ya da geçiş formlarının fosil kayıtlarını bulmak bu yüzden daha zordur.
Buna rağmen geçiş canlılarının çoğu kaybolmasına karşın, her yıl yeni geçiş fosilleri bulunarak evrim kuramı biraz daha desteklenmektedir ve yeni fosiller bulunmaya devam edecektir. Son bulunan geçiş fosillerinden biri de, Nisan 2006’da Kanada’da buzullar arasından çıkarılmıştır. Canlıların sudan karaya geçtiklerini gösteren, balıkla dört ayaklı sürüngenler arasında yer alan, balık-sürüngen karışımı bir tür olan Tiktaalik roseae yapılan ölçümlere göre günümüzden 375 milyon yıl önce yaşamıştır. Fosilin ayrıntıları, 6 Nisan 2006 tarihli Nature dergisinde uzun uzun anlatılıyor.
Ama Tiktaalik roseae, ara geçiş fosillerinin ilk örneği değildir. Bugüne dek bulunmuş ara geçiş fosillerinden bir kısmını sıralayalım. Balıktan hem su hem karada yaşayan amfibyumlara geçişi gösteren ara formlar: Tiktaalik rosae, Osteolepis, Eusthenopteron, Panderichthys, Elginerpeton, Obruschevichthys, Hynerpeton, Tulerpeton, Acanthostega, Ichthyosgtega, Pederpes finneyae ve Eryops; amfibyumlardan ilk sürüngenlere geçiş aşamasını gösteren: Proterogyrinus, Limnoscelis,Tseajaia, Solenodonsaurus, Hylonomus ve Paleothyris; dört ayaklı sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren: Protoclepsydrops, Clepsydrops, Dimetrodon ve Procynosuchus; iki ayaklı sürüngenlerden kuşlara geçildiğini gösteren: Compsognathus, Protoavis, Pedopenna, Archeopteryx, Changchengornis, Confuciusornis ve Ichthyornis… “Yürüyen balina” da denilen Ambulocetus’u, ilk at türlerini, insan-primat ortak atadan insana geçişi gösteren çok sayıda ara geçiş türlerinin fosillerini, Ardipithecus, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus’u ve daha diğer pek çok ara form fosillerini saymayı gereksiz buluyoruz.
Evrim karşıtları, kendilerine ne kadar ara form gösterilirse gösterilsin kabul etmiyor. Tüysüz kuşlar, tüylü-gagalı sürüngenler, dört ayaklı balıklar, insan maymun karışımı canlıların kalıntıları onlara göre kanıt değildir. “Onlar ara geçiş formu değil, öylece yaratılmış, farklı türlerdir” deyip işin içinden çıkıyorlar.
Geçiş fosilleri sudan karaya geçişi kanıtlıyor
408 milyon yıl önce, Erken Devoniyen Dönemi’nde, iki tip kemikli balık türedi; Sarcopterygii ve ışın yüzgeçli balıklar (ray-finned fishes). Sarcopterygii grubu balıklar akciğer balıklarını, Coelacanth ve Rhipidistian’ları içermekteydi. Eusthenopteron, lob yüzgeçli Rhipidistian’lar (ripidistian) grubunun bir üyesidir ve tetrapodlar (dört ayaklılar) bu gruptan türemişlerdir. Ichthyostega (ikitiostega) Grönland’da bulunan, Geç Devoniyen Dönemi amfibyumudur ve amfibyumların başlangıcına verilebilecek ilk örnektir.
– Eusthenopteron’da pelvis kemiği, femur, tibia/fibula kemiklerinin ilk biçimlerine rastlıyoruz, sonra bu kemikler Ichthyostega’da biraz daha değişmiş ve büyümüştür.
– Eusthenopteron ile Ichthyostega’nın kafatası kemiklerinin yapısı benzerdir, iki parça kafa kemiğine sahiptirler.
– Eusthenopteron, amfibyumlardakine benzer dişlere sahiptir.
– Eusthenopteron, sadece kara hayvanlarında ve Sarcopterygii’de bulanan içburun deliklerine sahiptir.
Bilinen en eski tetrapod (dört ayaklı) olan Acanthostega’nın (360 milyon yaşında) iskelet özellikleri üzerine yapılan çalışmalar, tetrapod anatomisinin, atalarımız tümüyle sualtında yaşarken evrimleşme geçirdiğini ve sualtında yaşam için geliştiğini göstermiştir. Karada yürüyebilen ilk omurgalı, balık yüzgeçleriyle sürünmedi; iyi düzenlenmiş ayakları milyonlarca yıl önce gelişmişti. Acanthostega, yürümesine destek olmayan kollara sahipti. Yine de suda yeteri kadar işlevseldi; kolları yaratığın bitkilerce zengin olan lagünün dibinde kendini sürüklemesini sağlıyor; yüzgeçleriyle sürekli hareket ederek suları hareketlendirip kolayca fark edilen dalgalar yaratmak zorunda olan balıklara kıyasla, avına saldırmada üstünlük sağlıyordu. Buna ek olarak, Acanthostega, bir tetrapod olmasına karşın, karada yaşayan canlılarınkine göre balıklara daha çok benzeyen bir işitme sistemine sahipti ve bir balık gibi nefes alıyordu. Paleontologlar, Acanthostega ile aynı dönemde yaşayan ve bazıları daha gelişmiş olduğu için karasal yaşama daha yakın olan beş tetrapodun daha parçasını buldular.
Cynodont’lar, sürüngenler ile memeliler arasında geçiş formudur
Synapsid’lerin küçük bir altbölümü olan cynodont’ların iki cinsi (Probelesodon ve Massetognathus) sürüngenler ile memelilerin her ikisinin de özelliklerini gösterdiği gibi, bu özelliklerin arasında olan özellikleri de gösterir.
Sürüngen özellikleri şunlardır:
– Birkaç kemikten oluşan alt çene,
– Eklem kemiği ve kondil kemiğinin arasında oluşmuş çene eklemi,
– Küçük kafa kemiği,
– Boyun bölgesinde kaburga kemiği,
– El ve ayak parmak kemiklerinin sayısı 2, 3, 3, 3’ü geçer.
Memeli özellikleriyse şunlardır:
– Dişleri farklı görevler için gelişmiştir,
– Çıkıntılı düşük (alt) çene,
– Boyun eklemi için kafatasının arkasında çifte yumru,
– Diş şeklinde yumrudan oluşan axis,
– Öne eğik ilium.
Şüpheli özellikler şunlardır:
– Basit uçlu yanak dişleri.
– Kafadaki yassı yüzey ile alt çenedeki çukur arasında şekillenmiş kemik eklemi,
– Çıkıntılı kaburga kemikleri göğüs bölgesinde toplanmış, fakat pelvisin önünde küçük kaburga kemikleri vardır,
– Ayakları dışa doğru yayılmamış, fakat aynı zamanda dikey olarak aşağı doğru da değildir.
Cynodont’ların bir diğer cinsi olan Probainognathus, hem sürüngenlerin hem de memelilerin çene eklemlerine sahiptir ve sürüngenlerin çene eklemlerinin, memelilerin kulak kemiğine dönüşümünün ilk adımını gösterir. Bu yaratılışçıların, sürüngen çenesi işitme için yeniden yerleştirilirken sürüngen-memeli ara türünün besinleri çiğneyemeyeceği iddiasını çürütür. Aynı zamanda Probainognathus yeniden eklemlenme sırasında duyma sorunu yaşamaz, çünkü sürüngenler zeminden gelen sesi çene kemikleriyle “duyarlar.”
Archaeopteryx hem dinozor hem kuş özelliklerine sahip bir geçiş formudur
Yaratılışçılar Archaeopteryx ile ilgili pek çok gerçeği çarpıtmıştır. Archaeopteryx’den bahsedebilecek bilgi ve eğitim birikimine sahip olmadıklarını iddiaları göstermektedir; ayrıca Archaeopteryx ile ilgili pek çok gerçeği yalan söyleyerek çarpıtmaktadırlar. Çünkü Archaeopteryx’in sürüngenlerden gelişen bir kuş olduğu hipotezini destekleyen bulgular, yaratılışçılara büyük darbe vurmaktadır. Yaratılışçılara göre Archaeopteryx veya diğer hiçbir sürüngen kuşa evrimleşmemiştir, sadece kuş olarak Tanrı tarafından yaratılmıştır. Oysa paleontoloji ve kuşların evrimi ile uğraşan bilim insanları için, gerek Harun Yahya’nın, gerekse ABD’li yaratılışçıların söylediklerinin hiçbir bilimsel ve akılcı değeri yoktur! Dünyadaki tüm biyoloji, ornitoloji ve paleontoloji otoriteleri ve bilimcilerin birleştiği bir nokta vardır: Kuşlar, birden fazla ortak ata-sürüngenden evrimleşerek, kuş haline milyonlarca yılda gelmişlerdir; fakat bu ortak atanın Protoavis mi olduğu, Archaeopteryx mi olduğu, yoksa her ikisinin de farklı ortak atalardan mı geldiği kesinlik kazanmamıştır. Ama kesinlikle bilinen Archaeopteryx’in sürüngen ve kuşlara ait özelliklerin dikkate değer karışımı olması nedeniyle, bir geçiş canlısı olduğudur. İşin komik yönü, Harun Yahya, aşağıda verilen ve kendi fikirlerini çürüten bazı referansları sanki kendi fikrini kanıtlayan bilgiler gibi sunmakta, bilimde ve referans verilişinde çarpıtma yapmaktadır. Binlerce bilimsel makaleye göre, Archaeopteryx bir sürüngen, bir dinozordur, çünkü:
– Archaeopteryx iskelet sisteminin yapısı açısından dinozorlara çok yakındır. Aynı dönemde yaşadığı Comsognatus (ve diğer Theropod dinozorlar) gibi iki ayağının üzerinde, öne eğilimli durmaktadır. Tüm iskelet sistemi, kuşlardan farklıdır ve bir dinozora benzemektedir.
– Archaeopteryx’in 23 kuyruk omurundan oluşan kuyruğu hiçbir kuş türünde yoktur. Bu kuyruk, Triassic ve Jurassic Dönemleri’nde görülen kuyruklu uçan Saurianlar’da mevcuttur. Bu kuyruk hayvanın uçmaya çalışırken veya koşarken, ani yön değiştirmelerine yardımcı olmaktadır. Modern kuşlarda bu kuyruk ufalmış ve tek kemiğe dönüşmüştür.
– Archaeopteryx’in ağırlık merkezi ve kanat iskelet yapısı tüm diğer kuşlardan farklıdır, bu Archaeopteryx’in bildiğimiz kuşların uçtuğu kadar rahat uçamayacağını kanıtlamaktadır.
– Sürüngenlerde ayaktaki metatarsal kemikler birbirinden ayrıdır; modern kuşlarda bu metatarsal kemikler tek kemik olarak kaynamıştır. Archaeopteryx’den önce oluşmuş ve anatomik olarak Archaeopteryx’e çok benzeyen, Compsognatus’da ayaktaki metatarsallar ayrıdır. Archaeopteryx’de ise bu metartarsallar kaynamıştır, yani Archaeopteryx ayak metatarsal kemikleri açısından kuş ile sürüngenler arasında bir yerdedir.
– Archaeopteryx’in ayakları Theropod dinozor atalarına benzemektedir; üç uzun ayak parmağı, bir de geri giden kısa parmağı vardır.
– Archaeopteryx’in kanatlarında hiçbir kuşta olmayan dinozor pençeleri mevcuttur; bir tek Hoatzin isimli bir kuşun gelişim evresinde kısa bir süre için kanat pençeleri oluşur. Kuşlarda ön kol kemikleri birleşmiş ve kaynamıştır ve bunlar kanatlara tutunur; Archaeopteryx’de ise kanatların ucunda dinozor pençeleri vardır.
– Archaeopteryx’deki pektoral kaslar, dinozorlarda, sürüngenlerde olduğu gibi ince gastral kaburgalara tutunmaktadır.
– İyi uçucu kuşlarda hava kesecikleri, akciğerlerden kemiklere kadar uzanıp, tutunurlar; böylece uçuş sırasında harcanan enerjinin sağlanması için, oksijen gereksinimi karşılanmış olur. Archaeopteryx’de hava kesecikleri olmadığı gösterilmiştir; yani Archaeopteryx iyi uçucu bir kuş değildir.
Öte yandan Archaeopteryx’de kuşlarda olan özellikler de vardır:
– Kuşlardaki kemiklerin büyüme merkezi uçlardadır; sürüngenlerde ise bu kemiğin merkezindedir. Archaeopteryx’de boşluklu kemiğe ait bir ize rastlanmamıştır.
– Archaeopteryx’in pençeli kanadında ve kuyruğunda tüyler vardır, bu da onu sürüngenlerden ayıran ve kuşlara yaklaştıran bir özelliktir.
– Archaeopteryx’in tüyleri asimetrik ve aerodinamik bir yapı gösterir. Devekuşu, hindi gibi uçma yeteneğini yitirmiş kuşlarda ise tüyler simetrik yapıdadır. Bu özelliği ile Archaeopteryx uçabilen kuşlara daha yakındır.
Bu özelliklere göre, bilimsel ilkeler ışığında Archaeopteryx bir sürüngendir, ama kuş özellikleri taşıyan bir geçiş sürüngenidir. Sürüngenlerle şekli ve fiziksel ilişkisine ek olarak, farklı kuşlarla benzer özellik göstermektedir. Şöyle de denebilir, Archaeopteryx kendi döneminde hem kuş özellikleri, hem de sürüngen özellikleri taşıyan, kuşun atalarından birisidir. Tabii, kuşların oluşumu milyonlarca yıl sürmüştür, pek çok diğer sürüngen kuş mevcuttur, bunların hepsinin birden fazla ortak atası olabilir.
DNA çalışmaları, kuşlarla dinozorlar arasındaki genetik akrabalığı kanıtladı
Tyrannosaurus Rex’i tanımayanımız yoktur; kendisiyle Jurassic Park, King Kong gibi hasılat rekorları kıran filmlerde haşır neşir olmuştuk. T. Rex, günümüzden 70 ile 65 milyon yıl öncesinde, Kuzey Amerika’da yaşamış etçil bir dinozor türüdür. Yerden yüksekliği 14 metreyi, ağırlığı ise 6 tonu bulabilen bu devasa yaratığın, zamanının en büyük etçili olduğu düşünülmektedir. Eski organik materyallerden DNA, protein gibi molekülleri çıkarma ve dizileme yöntemlerinde kaydedilen gelişmeler, kısa bir süre önce biyolojik evrimin en önemli alanlarından birine ışık tuttu: Dinozor ve kuşlar arasındaki akrabalık.
68 milyon yıllık bir T. Rex kemiğinden elde edilen kollajen parçacıkları paleontologları ve genetik uzmanlarını bir kere daha ortak paydada buluşturdu. Memelilerde toplam protein bileşiminin yüzde 25’ini oluşturan kollajen, bağlayıcı dokularda üretilen yapısal bir proteindir. Diğer yandan organizmanın ölümüyle beraber proteinler hızlı bir yıkılma sürecine girerek yerlerini mineral maddelere bırakırlar; uzmanlar aynı sürecin kollajen için de geçerli olduğunu ve yer değiştirme işleminin yaklaşık 1 milyon yılda tamamlandığını düşünüyorlardı. Dolayısıyla bu denli eski bir kalıntıdan dizisi çıkarılabilecek kadar protein elde edilebilmesi kendi başına çarpıcı bir gelişme; şimdiye kadar protein dizisi çıkarılabilmiş en yaşlı fosil 100-300 binyıl önce yaşadığı düşünülen bir mamuta aitti.
Teknik açılımları bir kenara bırakarak bu zor işlem sonucunda ulaşılan sonuçlara bir bakalım. Bugüne kadar dinozor ve kuşlar arasındaki evrimsel geçiş sadece iskelet yapılarının ve kemik düzenlenişlerinin karşılaştırılmasına dayanıyordu. Fosillerden elde edilen düşük miktarda proteinin aminoasit dizisinin çıkarılması sonucunda, geçmişin devleriyle bugünün kanatlıları arasındaki akrabalık, mikro düzeyde de kanıtlanmış oldu.
Evrim biyologları yine de temkinli davranmaya devam ediyor ve tek bir proteinden yola çıkarak ciddi sonuçlara ulaşmanın doğru olmadığını belirtiyor. Protein karşılaştırmalarına DNA dizilerinin de eklenmesi gerekiyor. Ayrıca bu tür karşılaştırmalarda, protein ve gen dizilerinin toplandığı veritabanlarındaki dizisi çıkartılmış olan canlılarla yetinilmek zorunda kalınmasının -bu çalışmada karşılaştırma tavuk kollajeniyle yapılmıştır- net sonuçlara ulaşmanın önündeki engeller olduğunu belirtiyor.
Çalışmanın mimarlarından North Carolina Devlet Üniversitesi’nde görevli Mary Higby Schweitzer çalışma sonuçlarının fosil örneklerini moleküler incelemeye açma konusunda paleontologları yüreklendireceğini düşünüyor: “Paleontologların birçoğu benimle çalışmayı istemez, çünkü moleküler inceleme fosillerin parçalanması anlamına gelecektir. Onlar ise kemiklerin bozulmadan kalmasını tercih ederler.” Öngörü ve cesaretin devreye girdiği bu noktada, bilim insanları evrime ışık tutmaya devam ediyor.
Tiktaalik’in keşfi neyi gösteriyor?
2004 yılında bir araştırma grubu önemli bir buluşa imza attı. Kanada’nın kuzeylerinde bir adada, bir balık ile dört ayaklı bir hayvanın arasında özellikler gösteren yaklaşık 120 cm. uzunluğunda bir fosil buldular. Fosil, solungaçlara, pullara ve yüzgeçlere sahipti ve büyük olasılıkla yaşamının büyük bir kısmını sular altında geçirmişti. Ama aynı zamanda akciğerlere, esnek bir boyna ve dayanıklı yüzgeç kemiklerine sahipti ve bu sayede de çok sığ sularda ya da karada vücudunu destekleyebiliyordu.
Daha önceleri bulunan bitki ve hayvan fosilleri bu canlının yaşadığı ortam hakkında önemli bilgiler vermişti. Yaklaşık 375 milyon yıl önce, şimdi Kanada’da Nunavut bölgesindeki Ellesmere Adası olarak bilinen yer, birçok akarsuyun geçtiği geniş bir alanın parçasıydı. Ağaçlar, eğreltiotları ve diğer antik bitkiler akarsuların kıyısında büyüdüler ve bakteri, mantar ve çürükçül basit hayvanlar için zengin bir ortam oluşturdular. Büyük hayvanlar daha kara üzerinde yaşamıyorlardı ancak okyanuslar birçok balık türünü barındırıyordu ve bu türlerin bazıları sığ tatlı su kaynaklarında ve bataklıklarda yaşayan bitki ve hayvanlarla besleniyorlardı.
Paleontologlar daha önceleri bazı sığ su balıklarının fosillerini bulmuşlardı. Bu balıkların yüzgeçlerindeki kemikler diğer balıkların yüzgeçlerindeki kemiklere göre daha dayanıklı ve karmaşıktı. Büyük ihtimalle, bu şekilde bitki dolu kanallarda kendilerini daha rahat çekebiliyorlardı. Aynı zamanda, solungaçlara ek olarak basit akciğerlere de sahiptiler. Paleontologlar, daha genç tortul kayaçlar içerisinde, yaşamlarının bir kısmını karada geçiren balık benzeri hayvanların fosillerini de bulmuşlardır. İlk dört ayaklılar olarak bilinen bu hayvanların ön ve arka yüzgeçleri değişerek ilkel bacaklara ve su dışında yaşamaya uygun diğer yapılara benzemişlerdir. Ancak paleontologlar henüz sığ su balıkları ile akciğerli hayvanlar arasındaki geçiş canlılarının fosillerini bulamamışlardı.
Yeni fosili bulan takım, Kanada’nın daha kuzey bölgelerine yoğunlaşmaya karar verdi. Bir ders kitabı sayesinde, bölgede yaklaşık 375 milyon yıl önce oluşan tortul kayaçlar bulunduğunu öğrendiler. Bu dönem tam da evrimcilerin sığ su balıklarının karaya geçiş yaptıklarını düşündükleri zamanla çakışıyordu. Takım bölgeye ulaşmak için uçak ve helikopterlerle saatlerce yolculuk yapmak zorundaydı ve her yaz döneminde kar yağışı başlamadan önce sadece bir iki aylık bir çalışma zamanları vardı. Bölgede çalıştıkları dördüncü yaz döneminde, daha önceden bulmayı öngördükleri fosili buldular. Bir tepenin eteğinde yüzeyden dışarı çıkmış bir kayanın içinde Tiktaalik adını verdikleri hayvanın fosilini ortaya çıkardılar (Tiktaalik, Kuzey Kanada İnuit dilinde “büyük taze su balığı” anlamına gelmektedir). Tiktaalik bir balığın birçok özelliğini taşımaya devam ediyordu, ama aynı zamanda da ilk dört ayaklıların karakteristik özelliklerine de sahipti. En önemlisi ise, yüzgeç kemiklerinin kol benzeri bir uzantı yapısında olmasıydı. Bu şekilde hayvan yüzgeçlerini hem hareket etmek için hem de vücuduna destek olması için kullanıyordu.
Evrimsel biyolojinin yüz yılı aşkın bir süredir ortaya koyduğu bulgular, amfibilerin, sürüngenlerin, dinozorların, kuş ve memelilerin ortak atasının yaklaşık 375 milyon yıl önce okyanuslarda ortaya çıkmış ilk türlerden biri olduğunu öne sürmektedir. Tiktaalik’in keşfi bu tahmini güçlendirmektedir. Gerçekten de, kollarımız ve bacaklarımızdaki temel kemiklerin yapılanışı, Tiktaalik’tekilerin yapılanışına oldukça benzemektedir.
Tiktaalik’in keşfi evrim kuramının yapmış olduğu öngörüleri doğrulaması açısından son derece önemli olmasının yanında her yıl yapılan ve biyolojik evrimi anlamamızı sağlayan keşiflerden sadece bir tanesidir. Bu keşifler sadece paleontolojiden değil aynı zamanda fizik, kimya, astronomi ve biyolojinin diğer alt dallarından da elde edilir. Evrim kuramı o derece çok gözlem ve deneyle desteklenmektedir ki, artık bilim insanlarının çok büyük bir kısmı evrimin olup olmadığını sorgulamak yerine, evrimin meydana gelme süreçleri üzerine düşünmektedir. Bilim insanları son 150 yılda olduğu gibi, yeni bulunan kanıtlar ile evrimin desteklenmeye devam edeceğinden emindirler.
BALIKLARDAN TETRAPODLARA
Osteolepis (??? Milyon yıl önce):
Osteolepis, Devonyan döneminde yaşamış coelacanthiform lob yüzgeçli balıkların soyu tükenmiş bir türüdür. Kuzey İskoçya’da Orcadian Gölü’nde yaşamıştır. Yaklaşık 20 cm boyundadır ve geniş, dörtgen şeklinde pullarla kaplıdır. Başındaki pullar ve tabakalar, kozmin adı verilen süngerimsi, kemiksi ince bir maddeyle kaplıdır. Bu katmanda derinin diplerindeki duyu hücrelerine bağlı kanallar bulunur. Bu kanallar yüzeydeki gözeneklerde son bulur ve muhtemelen canlının sudaki titreşimleri algılamasına yaramaktadır.
Osteolepis tetrapodların atası sayılan rhipidistian’lara dahildir ve tetrapodların ortak bulunan bir dizi özelliği taşır. Muhtemelen tetrapod soyağacının köklerine yakın bulunmaktadır.
Pandericthys (380 Milyon yıl önce):
Panderichthys 380 milyon yıl önce Devonyen döneminde Frasnian çağında yaşamış uzunluğu 90 ila 130 cm arasında değişen bir balıktır. Tetrapodlarınkine benzeyen büyük bir kafası vardır. Panderichthys lob yüzgeçli balıklarla Acanthostega gibi tetrapodlar arasında geçiş özellikleri sergiler. Balıklardan karada yaşayan tetrapodlara doğru gerçekleşen evrim, pek çok fizyolojik değişikliği gerektirmiştir. En önemlisi de bacaklar ve onları destekleyen göğüs ve leğen kemiğindeki eklem yapılarıdır. İyi korunmuş Panderichthys fosilleri bu geçiş formlarını çok açık şekilde göstermekte ve Panderichthys’i yaşamın tarihinde nadir ve çok önemli bir bulgu haline getirmektedir.
Panderichthys türü balıklar, karada yaşayan, hava solunumu yapan ve insan dahil kara omurgalıların türediği ilk tetrapodların atalarıdır. Panderichthys’in en dikkate değer özelliği, başının üzerindeki, vücudu çamurun içine gömülmüşken sudan solunum yapmasını sağlayan dikey bir tüp şeklindeki solungaç yarığıdır. Bu solungaç yarığı, evrim sonucunda insan orta kulağındaki üç kemikten (örs, çekiç, üzengi) üzengi kemiğinin gelişmesine varan bir geçiş organıdır.
Eldeki Panderichthys fosilleri üzerinde yakın zamanda CT tarayıcısıyla yapılan yeni incelemeler, yüzgeç iskelet yapısının uç kısmında çok bariz şekilde farklılaşmış dört distal radyal (uç kısımda merkezden dışarıya uzanan) kemiği göstermiştir. Bu parmağımsı kemiklerde eklem görülmemektedir ve oldukça kısadır. Ama yine de balık yüzgeçleriyle dört bacaklı tetrapodlar arasında bir ara formu göstermektedir.
Elginerpeton (368 milyon yıl önce):
Elginerpeton fosilleri İskoçya’da Scat Craig’de geç Devonyen Dönemine tarihlenen kayalar içerisinde bulunmuş olan bir erken tetrapod cinsidir. Elginerpeton kısmi omuz ve kalça eklemi, femur (uyluk kemiği), tibia (kaval kemiği) ve çene fragmanları içeren kısmi iskelet yapısıyla bilinir. 1,5 metre uzunluğunda olduğu tahmin edilmektedir.
Obruchevichtys (368 milyon yıl önce):
Obruchevichthys Geç Devonyen dönemde kuzey doğu Avrupa’da yaşamış soyu tükenmiş bir tetrapod cinsidir. Bu canlının bilinen tek fosil parçası olan çene kemiği Letonya’da gün yüzüne çıkartıldığında, lob yüzgeçli bir balık türüne ait olduğu sanılmıştı. Ancak detaylı bir incelemeden sonra, İskoçya’da bulunmuş Elginerpeton’la pek çok benzerliğinin olduğu ortaya çıktı ve bir tetrapod olduğu ilan edildi.
Acanthostega (365 milyon yıl önce):
Acanthostega soyu tükenmiş bir tetrapod cinsidir ve bedene eklemle bağlı ayırt edilebilir uzuvlara sahip ilk omurgalı canlılardandır. Üst Devonyen (Famenyan) devrinde görülmüştür ve anatomik olarak lob yüzgeçli balıklarla karaya çıkma yetisine tamamen sahip ilk tetrapodlar arasındadır.
KARAYA GEÇİŞ KUTUSUNDA DA ANLATILIYOR
Ichthyostega (365 milyon yıl önce):
Ichthyostega Üst Devonyen devrinde yaşamış bir erken tetrapod cinsidir. Balıklarla amfibyanlar arası bir formu temsil eden labryinthodont’lardandır. Ichthyostega ciğerlere ve bataklık bölgelerin sığ sularında ilerlemesini sağlayan bedene eklemle bağlı uzuvlara sahipti. Ancak amfibyan yapısı gösterse de, ilk gerçek üyeleri Karbonifer döneminde ortaya çıkan bu grubun bir üyesi sayılamaz.
1930’larda kafatası oranları ve kemik yapıları bakımından birbirinden farklı türlerine at fosiller bulunmuştur. Yapılan incelemelerle Acanthostega’nın yakın bir akrabası olduğu sonucuna varılmıştır. Ama kafatası Acanthostega’nınkinden daha fazla balığa benzer. Omuz ve kalçadaki eklem yapısı ise, ona göre daha güçlü va kara yaşamına daha uygun görünmektedir. Ayrıca Ichthyostega sinovyal eklemlerinin (zygapophyses) daha gelişmiş olmasının yanı sıra, daha destekleyici bir kaburga ve daha güçlü bir omurga yapısına sahiptir.
Ichthyostega yaklaşık 1,5 metre uzunluğundaydı ve arka uzuvlarında yedi parmağa sahipti. Bulunan fosillerin ön uzuvları olmadığından buradaki parmak sayısı henüz bilinmiyor. Kuyruğu üzerinde yüzgeç kılçıkları bulunan bir yüzgeci bulunmaktadır.
Ichthyostega ve Acanthostega gibi ilk tetrapodlar, Crossopterygian gibi hayvanlardan karada yaşamaya adaptasyonun artması bakımından farklılıklar gösterir. Crossopterygian’lar akciğerlere sahip olsa da, oksijen alımında kullandığı esas olarak solungaçlarını kullanırlar. Ichthyostega ise esas solunum aracı olarak akciğerlerini kullanıyor görünmektedir. Crossopterygian’larınkindan farklı olarak ilk tetrapodların derisi, vücut sıvılarının korur ve kurumayı engeller. Crossopterygian’lar hareket etmek için vücut ve kuyruklarını, denge için de yüzgeçlerini kullanırken, Ichthyostega hareket etmek için ön ve arka uzuvlarını, denge için de kuyruğunu kullanır.
Yetişkin bir Ichthyostega’nın 1,5 metrelik boyu karada tam olarak hareket etmesini engellemiştir. Genç bireyler ise daha kolayca karada hareket edebilmiş olmalı. Büyük göğüs kafesleri üst üste binmiş kaburgalardan meydana gelmiş olmakla birlikte, bu canlılar daha güçlü bir iskelet yapısına, daha katı ve bükülmez bir omurgaya ve vücutlarını sudan dışarı çekebilecek güçte görünen ön uzuvlara sahiplerdi. Bu anatomik değişiklikler suyun sunduğu kaldırma kuvvetinin yokluğuyla başetmek üzere gelişmiş olmalı. Arka uzuvlar öndekilerden daha kısaydı ve bir yetişkinin tüm ağırlığını taşıması pek olası görünmüyordu. Evrimsel biyoloji çalışan fosilbilimci Jennifer Clack, Ichthyostega’nın bugün deniz iguanası gibi pek çok hayvanın yaptığı şekilde, vücut ısısını yükseltmek için karaya çıkıp güneş altında yattığını ileri sürüyor. Bu durumda, en azından vücutlarının ön kısımlarını suyun dışına çıkarabilecek güçlü ön uzuvlara ve karınları üzerinde güneş banyosu yaparken destek olacak güçlü bir göğüs kafesi ve omurgaya ihtiyaçları olmalı.
Beslenmek ve üremek için ise yine suya ihtiyaçları var.
Evrimsel süreçte Ichthyostegoid’lerin arkasından (Elginerpeton’, Acanthostega, Ichthyostega, vs.), karada yürüme yeteneğini gerçekten geliştirmiş amfibiyanlar olan temnospondyls’ler ve anthracosaur’lar geldi. Bu iki grup arasında 20-30 milyon yıllık bir süre geçmiştir. Bu süre paleontolog Alfred Romer’in adıyla “Romer’in boşluğu” olarak adlandırılmıştır.
Hynerpeton (360 milyon yıl önce):
Hynerpeton Geç Devonyan döneminde göl ve nehir ağızlarında yaşamış ilkel etobur tetrapodlardandır. Pek çok ilkel tetrapod gibi bazen amfibiyanlar arasında sayılır ancak gerçekte Amfibiya sınıfının gerçek bir üyesi değildir. Geç Devonyan dönemi bitkilerin ağaçlara evrimine ve havaya oksijen pompalayan devasa ormanların oluşmasına sahne oldu. Hynerpeton’da gelişmiş olan karmaşık akciğerlerin bununla ilişkisi bulunmaktadır. Bulunan Hynerpeton fosilleri, iki omuz eklemi, iki alt çene kemiği ve yanak bölgesi ile karın bölgesine aittir.
Tetrapodların omuz kemikleri oldukça ayırt edici ve bilgilendiricidir. Hynerpeton’ın kemikleri, diğer Geç Devonyan dönemi türlerininkilere göre daha güçlü ve uzuv hareketi için daha elverişlidir. Ayrıca Hynerpeton’a ait büyük omuz kemiğinin (cleithrum) ön sınırında, solungaç solunumu yapan kemikli balıklarda ve en iyi bilinen iki tetrapod olan Acanthostega ve Ichthyostega’da bulunan post-bronşiyal pul tabakası bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, Hynerpeton’un iç solungaçlara sahip olmadığı görünmektedir.
Tulerpeton (??? milyon yıl önce):
Tulerpeton Rusya’nın Tula bölgesinde bulunmuş, soyu tükenmiş bir Devonyan canlısıdır. Bulunan kalıntıları, neredeyse bütün halde göğüs bölgesindeki eklemler, ön ve arka ayaklar, kafatası ve karın bölgesinden bazı parçalar şeklindedir.
Tulerpeton daha güçlü uzuv yapısıyla suda yaşayan tetrapodlardan ayrılır. Ön ve arka uzuvlarında 6 parmak bulunması, belki de Tulerpeton’un en karakteristik özelliğidir. Parmakların görece incelmiş ve uzamış olması diğer tetrapodlara göre daha karasal bir canlı olduğunu düşündürmektedir.
Uzuvlarının güçlenmiş yapısına rağmen, gerçek bir ön ve arka ayak bileğine sahip değildir. Bilek eklemlerinin ve uyluk kemiklerindeki kas bağlantılarının yapısı, arka uzuvlarının yürümekten ziyade suda hareket etmeye uygun olduğunu göstermektedir..
Pederpes (350 milyon yıl önce):
Pederpes’in 1971’de İskoçya’da neredeyse bütün bir iskelet halinde bulunan fosili, önce lob yüzgeçli bir balık sanılmış, 2002’de Cambridge Üniversitesi’nden Jennifer Clack tarafından yapılan inceleme sonucunda ilkel bir tetrapod olarak sınıflandırılmıştır. Pederpes önemli bir fosildir, çünkü Romer’in boşluğu olarak adlandırılan ve terapodların gelişimiyle ilgili pek bilginin olmadığı döneme tarihlenmiştir.
Pederpes, bilinen ilkel tetrapodlarla (bunlar lob yüzgeçli balıklarla genel olarak tetrapodlar arasındaki bağlantıdır) sonraki Karbonifer nesiller arasında önemli geçiş özellikleri göstermektedir. Aynı zamanda sadece balıklarda ve ilk tetrapodlarda bulunan ilkel özelliklerle daha sonra gelişmiş bazı özellikler, Pederpes’te karışmış halde bulunmaktadır. Gelişmiş geçiş özelliklerinin en önemlisi, arka ayaklarının şekli ve asimetrisidir. Bu yapı erken tetrapodlara göre karada hareket etmeye daha özel bir adaptasyon geçirdiğin gösterir. Erken tetrapodların parmak kemikleri daha simetriktir ve daha paletimsi bir şekil oluşturur, uzuvları karada hareket etmeye daha elverişsizdir ve vücuttan yanlamasına uzanır. Pederpes’in arka ayak kemiklerindeki asimetri, ayağın bugünkü tetrapodlarda olduğu gibi öne bakacak şekilde dönmüş olduğunu göstermektedir. Bu erken tetrapodlardaki paletimsi ayaklara göre karada harekete daha uygun bir şekillenmedir.
Yaklaşık 1 metre uzunluğundaki Pederpes’in kafatasının şekli de kara yaşamına uyum sağlamış olduğuna işaret etmektedir. İşitme duyusunun halen su altında daha işlevli olduğunu gösteren bir kulak yapısına sahip olmasına ve suda avlanıyor olmasına rağmen, Pederpes şu anda bilinen tam olarak karasal ilk hayvandır.
Eryops (295 milyon yıl önce):
Eryops, sudan karaya geçişte başarılı bir adaptasyonun iyi bir örneğidir. Balık atalarında bulunan bir çok özelliği korumuş ve geliştirmiştir. Sağlam ve gürbüz uzuvları karadayken vücudunu taşıyacak kadar güçlüdür. Daha kalın ve güçlü omurgası vücudunun kendi ağırlığıyla çökmesini engeller. Ayrıca, körelmiş balık çene kemiğini işlev kazanmasıyla ilkel bir kulak gelişmiş, Eryops bu sayede hava yoluyla gelen sesleri duyabilmiştir.
Aşağı Permiyan dönemine tarihlenmiş olan Eryops 1,5-2 metre uzunluğundadır ve yaklaşık 90 kg. ağırlığında olduğu tahmin edilmektedir. Kendi döneminde karada yaşayan en büyük canlılardandır. Kafatası orantısal olarak çok büyüktür, yaklaşık 60 cm uzunluğundadır. Keskin dişlere sahip büyük bir ağzı vardır. Modern amfibiyanlar gibi akciğerlerine çektiği havadaki oksijeni alıp CO2’yi dışarı vererek solunum yapar. Ama muhtemelen onlar gibi deri yoluyla teneffüs edemez. Modern amfibiyanlardan farklı olarak kaburgaları iyi gelişmiştir, ama kaskatı hareketsizdir ve vücut oylumunu genişleterek nefes almayı engeller. Eryops muhtemelen yanak yoluyla pompalayarak nefes almaktadır.
AMFİBİYANLARDAN AMNİYOTLARA (İLK SÜRÜNGENLER)
Proterogyrinus (??? milyon yıl önce):
Proterogyrinus Geç Karbonifer döneminde (326-318 milyon yıl önce) amfibiyanlardan sürüngenlere evrim sürecinde ortaya çıkan reptiliomorph’ların en büyük grubudur. Bataklık yaşamına tam bir uyum göstermiştir. Karada ve suda avlanır. Bugünün dev kertenkeleleriyle yaklaşık aynı boyda, 2,5 metre uzunluğundadır.
Limnoscelis (??? milyon yıl önce):
Limnoscelis erken Permiyan döneminde (251-299 milyon yıl önce) Kuzey Amerika’da yaşamış bir sürüngenimsi tetrapod’dur. Daha gelişmiş türlerin kök aldığı bir form olabilir. Yaklaşık 1,5 metre boyundadır.
Solenodonsaurus (320-305 milyon yıl önce):
Reptiliomorf’ların soyu tükenmiş bir türüdür. Kalıntıları Çekoslavakya’da bulunmuştur. Sınıflandırması kesin olmasa da muhtemelen erken bir amniyot ya da diadectomorph’lara yakın bir amfibiyandır.
Hylonomus (315 milyon yıl önce):
Hylonomus bilinen en eski sürüngendir. 312 milyon yıl önce geç Karbonifer döneminde yaşamıştır. Dinozorlar dahil sonraki sürüngenlerin ve daha sonraki memelilerin atasıdır. Kuyruğu dahil 20 cm uzunluğundadır ve muhtemelen modern kertenkelelere benzemektedir. Küçük keskin dişlere sahiptir ve küçük omurgasızlarla beslenmektedir.
Paleothyris (??? milyon yıl önce):
Paleothyris Orta Pensilivanya çağında yaşamış küçük kertenkelemsi bir sürüngendir ve bilinen en eski amniyot’tur. Keskin dişleri ve büyük gözleri vardır, bu da bir gece avcısı olduğu anlamına gelir. Yaklaşık 30 cm. uzunluğundadır. Muhtemelen böceklerle ve ormanlardaki diğer küçük hayvanlarla beslenmektedir. Paleothyris bir erken sauropsid’dir, henüz daha ilkel, sürüngen özelliklerinden daha çok tetrapod özellikleri göstermektedir. Özellikle de kafatasının modern sürüngenlerde ve diğer hayvanlarda bulunan fenestral pencereden (ortakulak ile iç kulağı birleştiren delikler) yoksunluğu buna işaret etmektedir.
Protoclepsydrops (??? milyon yıl önce):
Protoclepsydrops erken amniyotlardandır ve iskelet kalıntıları sinapsidlerin bir üyesi olabileceğini göstermektedir. Eğer bu doğruysa bilinen en eski sinapsid’dir. Archaeothyris’ten biraz daha önce yaşamıştır ve onun gibi modern kertenkelelere benzer. Bununla birlikte Protoclepsydrops ilk amniyotların tipik özelliğindeki gibi, küçük sinir çıkıntıları olan ilkel bir omurgaya sahiptir.
Clepsydrops (??? milyon yıl önce):
Clepsydrops Geç Karbonifer döneminin sonlarında yaşamış ilkel bir amniyottur. Archaeothyris ve memelilerin atası olan sinapsidlerle akrabadır. Diğer bir çok karasal ilk amniyot gibi böcek ve küçük hayvanlarla beslenir. Atalarının çoğu gibi suya değil karaya yumurtlar. Çeneleri Paleothyris ve Hylonomus’a göre biraz daha gelişkindir.
Dimetrodon (280-265 milyon yıl önce):
Dimetrodon Permiyan döneminde gelişmiş olan yırtıcı bir sinapsiddir. Memelilerle olan akrabalığı, kertenkeleler gibi gerçek sürüngenlere akrabalığından daha yakındır. Dimetrodon genellikle onlarla birlikte gruplansa da bir dinozor değildir. Dimetrodon fosilleri Kuzey Amerika ve Avrupa’da bulunmuştur. Bunun yanı sıra New Mexico’da dikkat çekici Dimetrodon ayak izleri keşfedilmiştir.
Döneminin en büyük yırtıcısıdır. Boyu 3 metreye kadar çıkabilir. Sürüngenlerden farklı olarak, kesici ve köpek dişleri olmak üzere iki ayrı çeşit dişi vardır. Dimetrodon’un en belirgin özelliği, diğer Pelikozorlarda olduğu gibi, sırtındaki görkemli yelkenidir. Kan damarlarıyla dolu bu yelken muhtemelen vücut ısısını düzenlemeye yaramaktadır. Yüzey alanının genişliği sayesinde vücut ısısını daha etkin şekilde düşürebilmekte ya da yükseltebilmektedir. Bu adaptasyon Dimetrodon’a avlanmak için daha fazla zaman tanıması bakımından önemlidir. Bu yelken çiftleşme ritüellerinde ve diğer yırtıcıları uzak tutmakta da işe yaramaktadır. Sırttaki yelken her biri ayrı omurdan çıkan sinirsel çıtalara dayanmaktadır.
Procynosuchus (??? milyon yıl önce):
Procynosuchus memelilerin atası olan cynodont grubunun ilk üyelerindendir. Geç Permiyan döneminde yaşamıştır. Çoğu cynodont karada yaşarken, bugünün ayı balıkları ya da timsahları gibi yarı suda-yaşar olmasıyla olağandışıdır. Procynosuchus timsahların yaptığı gibi bükülmez omurgasının ön ve arka uçlarını oynatarak ve perdeli su samuru benzeri pençelerini palet gibi kullanarak yüzer. Muhtemelen balıkla beslenir. 60 cm uzunluğundadır.
Thrinaxodon (248-245 milyon yıl önce):
Thrinaxodon Triassic dönemde (248-245 milyon yıl önce) yaşamış kedi büyüklüğünde bir cynodont’dur. Kafatasındaki oyuklar Thrinaxodon’un kıllık ve muhtemelen bir kürkle kaplı olduğunu göstermektedir. Sıcak kanlı olduğuna dair bazı tezler vardır. Öyle olsa bile sürüngenimsi bir iskeleti vardır ve yumurtlayarak üremektedir. Kalıntıları Güney Afrika ve Antarktika’da bulunmuştur, bu iki kıtanın bir zamanlar birleşik olduğu görüşünü de desteklemektedir.
Kalıntıları bu canlının sinapsid atalarından daha çok memelilere benzediğini göstermektedir. Oldukça büyük bir kafatası vardır. Üzerindeki oyuklar kılları olduğunu ve aynı şekilde vücudunun da tüylü olabileceğine işaret etmektedir. Göğsü ve sırtının alt bölgeleri bir diyafram kasıyla ayrılmaktadır, bu kas sayesinde Thrinaxodon ciğerlerini doldurabilmekte ve atalarından daha verimli şekilde nefes alabilmektedir.
Morganucodon (205 milyon yıl önce):
Morganucodon Üst Triassic döneminde yaşamış bir erken memeli türüdür. İskelet uzunluğu 2-3 cm, vücut uzunluğu 10 cm olan küçük bir hayvandır. Genel görüntüsü fareye benzer. Bir çok başka erken memeliden farklı olarak Morganucodon bol miktarda ve bir çoğunda parçaları eklemlerden ayrılmış olsa da iyi korunmuş fosillerle bugüne gelmiştir. Çoğu Galler’den çıkmıştır ancak Çin’de Yunan eyaletinde ve Avrupa ile Kuzey Amerka’nın çeşitli bölgelerinde de fosilleri bulunmuştur.
Morganucodon’un bir memeli olarak sınıflandırılıp sınıflandırmamak konusunda uzun süren bir anlaşmazlık yaşanmıştır. Bazı yazarlar daha geniş bir gruplandırma olan Mammaliaformes’e dahil edilmesini tercih ederler. Alt çenesinin tümüyle dentary kemiğinden oluşmuyor olup, sürüngen atalarından kalan bazı kemikleri oldukça indirgenmiş şekilde de olsa muhafaza ediyor olmasından dolayı, Morganucodon çok ilkel bir memeli türü olarak görülür. Ayrıca ilkel sürüngenlerdeki eklem kemiği ve dört köşeli kemik arasındaki çene eklemi Morganucodon’da hala bulunmaktadır. Oysa memelilerde bu eklem orta kulağa kaymış ve kulak kemikçiğinin bir parçası haline gelmiştir.
Bununla birlikte bir çok bilimci, bir grup olarak memelilerin özel, sonradan evrimleşmiş, dentary ve squamosal kemikleri arasında bulunan bir çene eklemine sahip olmakla tanımlanacağı konusunda hemfikirdir. Morganucodon bu bakımdan özel bir yere sahiptir. Çünkü ilkel ekleme sahip olmakla birlikte, aynı zamanda memelilere has evrimleşmiş eklemi de geliştirmiştir böylece ikili bir çene eklemine sahiptir. Hem bu yüzden hem de diphyodonty ve sınırlı büyümeye işaret eden ek bazı bulgulara dayanarak, Morganucodon genellikle gerçek bir memeli olarak görülmektedir. (Sürüngenler ömürleri boyunca defalarca diş değiştirebilirken –polyphyodonty-, memeliler sadece iki diş seti çıkarabilirler –diphyodonty-.)
Yanoconodon (125 milyon yıl önce):
Yanoconodon Mezozoyik dönemde bugünkü Çin’de yaşamış, soyu tükenmiş bir erken memelidir. Orta kulağının oluşumundan dolayı, modern memelilerle en yakın akrabaları mammaliaformes arasında bir geçiş fosili olarak değerlendirilir. Yanoconodon 13 cm büyüklüğünde küçük bir memelidir. Erken memelilerin çoğu gibi kısa ayaklara ve büyük ihtimalle toprak altında oyuklar açmaya yarayan pençelere sahiptir.
Holotip fosili Yan Dağlarından çıkarılmıştır. O kadar iyi korunmuştur ki bilimciler orta kulağın minicik kemiklerini inceleyebilmiştir. Yanoconodon bugünkü memelilerde çok nadir bir özellik olan bel kaburgalarına sahiptir.
Yakın akrabası Eutriconodont Jeholodens’te bu bel kaburgaları yoktur ve bu morfolojik farklılığın Hox genlerinde, özellikle Hox10 grubundaki değişimden kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Farelerde yapılan deneylerde Hox10 paralogunu (aynı atasal genden türeyen genler) devre dışı bırakan bir üçlü mutasyon bel kaburgalarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur ve bu sonuç söz konusu genlerin Eutriconodont’larda görünen atasal bel morfolojisini baskılama yeteneğini geliştirdiği şeklindeki teoriyi desteklemektedir.
Yixianosaurus (125 milyon yıl önce):
Yixianosaurus erken Kretase devrinden Çin’de bulunmuş bir maniraptora (kuşları ve dinozorları kapsayan bir ortak atadan gelme dinozor grubu) dinozor cinsidir. Üzerinde fosilleşmiş teleklerle birlikte bir çift fosilleşmiş kolla bilinir. Kolları bir başka telekli dinozor olan Epidendrosaurus’a benzemekle birlikte, Maniraptora içindeki yeri tam olarak bilinmemektedir.
Pedopenna (140-168 milyon yıl önce):
Pedopenna küçük, telekli bir maniraptora dinozorudur. Muhtemelen Archaeoteryx’ten daha yaşlıdır. Bazı tahminlere göre Erken Kretase devrine aittir ama en son radyometrik tarihleme çalışmaları Orta Jurassic çağın sonlarına ait olduğunu göstermektedir. Uzunluğu yaklaşık 1 metre olarak tahmin edilmektedir ancak bu tür sadece arka ayaklarıyla tanındığından gerçek uzunluğunu tam olarak kestirmek güçtür.
Pedopenna’nın kuşlara benzerliği dinozor-kuş evrimsel ilişkisi için yeni bulgular sunmaktadır. Bacaklarındaki kuş benzeri iskelet yapısı bir yana, Pedopenna ayaklarındaki uzun, tüylü telekleriyle de dikkat çekicidir. Pedopenna’nın telekleri simetriktir. Uçmaya uyum sağlamış hayvanlarda asimetrik telekler tipik bir özellik olduğundan, Pedopenna’nın bu yapıların gerçekleştirilmesinde erken bir aşamayı temsil ettiğini söylemek mümkündür.
Confuciusornis (120 milyon yıl önce):
Confuciusornis karga büyüklüğünde Erken Kretase Yixian oluşumundan ilkel bir kuş cinsidir. Modern kuşlar gibi Confuciusornis de dişsiz bir gagaya sahiptir. Ancak modern kuşların Hesperornis ve Ichthyornis gibi yakın akrabaları dişlere sahiptir ve dişlerin kaybının Confuciusornis ve modern kuşlarda çakıştığına işaret etmektedir. Gagaya sahip olan bilinen en eski kuş cinsidir.
En son kladistik analizler Confuciusornis’in en ilkel pigostilian kuş olduğunu göstermektedir. Archaeopteryx’ten daha ilkel bir kafatasına sahiptir ancak ondaki uzun kuyruğu taşımayan ve birleşmiş bir kuyruk omurgası geliştirmiş, bilinen ilk kuştur.
Confuciusornis fosilleri çok istisnai büyüklükte bir kol kemiğine sahip olduğunu göstermektedir. Omuz bitiminin yanındaki karakteristik oyuk kemiklerin ağırlığını azaltmıştır.
Ichthyomis (93,5-75 milyon yıl önce):
Ichthyornis Kuzey Amerika’da Geç Kretase döneminden kalan bir deniz kuşu türüdür. Martı ya da yelkovan kuşu gibi modern deniz kuşlarının Kretase ekolojisindeki karşılığı olduğu düşünülür. Yaklaşık 60 cm’dir. Kanat ve göğüs kemiklerinin görünüşü modern kuşlara çok benzese de, çenelerinde çok sayıda küçük keskin diş bulunmaktadır. İlk kuşların aksine erişkinliğe daha kısa ve sürekli bir süreç içerisinde ulaşıyor görünmektedirler.
Ichthyornis modern kuşların atası olan Neornitlere yakındır ama ayrı bir soyu temsil eder.
Kaynak: