Evrimi anlamadan biyolog olamazsınız. Tıpkı yerçekiminin doğru olduğuna inanmadan fizikçi olamayacağımız gibi. Nihayetinde bildiğimiz her şey buna bağlıdır. Her ne kadar evrim, biyolojiye eklediğimiz bir şey gibi görünse de aslında biyolojinin kendisidir. Biyolojinin şu alanını seviyorum çünkü hastalıkları yok ediyor fakat evrime inanmıyorum, demek mümkün değil. Biyolojinin belli parçalarını seçip istemediklerinizi dışarıda tutamazsınız.
Evrensel Basım Yayın’ın 300. kitabı olan Neredeyse Bir Balina, Darwin’in Türlerin Kökeni’nin güncel bilimsel bilgi birikimi ışığında İngiliz genetik profesörü Steve Jones tarafından yeniden ele alınarak yazılmış bir versiyonu. Bildiğiniz gibi Bilim ve Gelecek’in Ekim 2006 tarihli 32. sayısının kapak dosyası bu kitaptan yola çıkarak kotarılmıştı ve Steve Jones’un bir makalesi de yer alıyordu. Sade bir dilin ve güncel örneklerin hakim olduğu kitap Steve Jones’un bilimin herkesçe anlaşılır kılınması için attığı ilk adım değil. Genetikle geçen onlarca yıl, evrim, varyasyonlar, ırklar, seks ve kalıtımsal hastalıklar gibi onlarca konunun bilimsel aktivitelerle doğrudan ilişkisi bulunmayan insanlarca anlaşılır kılınması için yaptığı televizyon ve radyo programları, popüler bilim kitapları, gazete makaleleri, kısaca bilim misyonerliği çabası 62 yaşındaki Profesör Steve Jones’u geçtiğimiz ay İstanbul’a getirdi. Şu anda University College London’da Cepaea nemoralis türü kara salyangozlarının çeşitliliği üzerinde çalışan Jones’un İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu Kampüsü’nde ve 25. İstanbul Kitap Fuarı’nda düzenlenen “Evrim Kuramına Güncel Bir Bakış” başlıklı söyleşisini kaçıran okuyucularımız için, yaptığımız söyleşinin bir telafi olacağını umuyoruz.
Prof. Steve Jones
Darwin neyi, ne kadar biliyordu?
Darwin’in Türlerin Kökeni’ni yazdığı zaman mevcut olmayan bilgiler size göre onu en fazla hangi aşamada zorlamıştır? Örneğin, jeolojik zamana ilişkin ani türsel değişimlere karşılık tarihsel zaman içinde sabitlik gösteren tür tablosu, yani değişim ve sabitlik sorunu kitapta nasıl ele alınmış? Sizin bu konudaki müdahaleleriniz hangi noktalarda yoğunlaştı?
Darwin Türlerin Kökeni’ni yazdığında DNA ve kalıtım hakkında fazla bir şey bilmiyordu. Oysa şimdi lise çağındaki çocuklar için bile DNA’nın görüntülenmesi mümkün. Darwin bütünü parçalara ayırmak ve bunlar arasındaki uyuşumu, benzerlik ve ayrılıkları karşılaştırmak yani diğer bir ifadeyle anatomik bir çalışma devam ettirmek yoluna başvurmuştu. Aslında bizim yaptığımız bu yaklaşımı daha da derinleştirmekten fazlası değil. DNA’nın anatomisi Darwin’in anatomik analizlerini doğruluyor. DNA’daki benzerlikler temel alınarak tüm canlıların bir sistemler hiyerarşisine yerleştirilmesi mümkün; tıpkı Darwin’in grup içinde grup şeklinde ifade ettiği gibi. Kediler kaplanlara benzer. Kediler ve kaplanlar köpeklere daha az benzer. Kediler, kaplanlar ve köpekler farelere daha az benzer vb. Bu gruplandırmayı sokaktan geçen herhangi biri de yapabilir; anatomist ise daha etkin bir hale sokar. DNA da bu anlamda derinlemesine bir ayrım sağlayabilir.
Sonuç olarak DNA’nın keşfinin evrime olan yaklaşımımızı fazlaca değiştirdiğini düşünmüyorum. Fakat kalıtımdan anladığımız şeyi tamamen değiştirdi. Darwin kalıtımın mekanizması konusunda tamamen yanılıyordu. Kanda yer alan birtakım maddelerin bir araya gelerek bireye anne ve babasının ortalama özelliklerini sağladığını düşünüyordu. Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından iki yıl sonra İskoç bir mühendis kendisine yazdığı bir mektupta şöyle demişti: “Avantaj sağlayan bazı özellikler zamanla yaygınlaşabilir. Şöyle bir örnek açıklayıcı olabilir: Sarı ve kırmızı boyaları karıştırdığımızı ve mor elde ettiğimizi düşünelim. Kırmızı renk avantaj sağlıyorsa durum kötü çünkü mordan kırmızıya dönmek mümkün değil”. Bu düşünce karşısında Darwin’in eli kolu bağlıydı çünkü kuramında ciddi bir sorun olduğunun farkına varmıştı. Aynı zamanda dürüst bir bilim adamı olduğundan Türlerin Kökeni’ni hatasını düzeltmek üzere baştan yazmaya koyulmuştu fakat başarılı olamadı. Elbette Mendel’in kalıtım birimlerinin karışımına getirdiği açıklama, yani bunların bir araya gelip yeni nesillerde tekrar ayrıldığını söylemesi durumu çözebilirdi. Fakat Darwin’in Mendel’den haberi olmadı. İşte günümüz ve Darwin’in çağı arasındaki en büyük fark bu.
Bana gelince, kalıtım konusundaki bilgilerimi kitaba elbette ekledim. Fakat amacım bir genetik ders kitabı yazmak değildi, öyle de yaptım.
Genetik belirlenimin etkisi nereye kadar?
Peki, kalıtım ve değişmezlik konusunun Darwin tarafından algılanma biçiminden çağımız bilimcilerinin yaklaşımına dönelim. Toplum için dezavantaj veya avantaj niteliği taşıyan insan imaları sizce dozu kaçırılmış bir genetik belirlenimciliğin göstergesi mi yoksa dünyanın dört bir yanında sürdürülen deneylerden elde edilen sonuçların doğru bir yansıması mı?
Evrimi her tür topluluk için bir özür olarak kullanma eğilimi çok büyük. Marx’tan Bayan Thatcher’a -ne yazık ki!- kadar evrim hemen herkesin konusu oldu ve bu genetik belirlenimcilik hakkındaki birçok yanlış anlamayı da beraberinde getirdi. En basit ifadeyle kollarımı çırptığımda havaya yükselmememin nedeni kollarımın yerinde kanatlarımın olmamasıdır ve bu genetik belirlenimdir. Kulağa bayağı geliyorsa insanlara dair daha makul bir örnek verelim; koşma yetisi gibi. İnsanlar koşabilirler fakat bazılarının daha hızlı koştuğu muhakkak. Herkesin koşabiliyor olması iki bacağa sahip olmalarından, yani genlerinden kaynaklanıyor. Öyleyse asıl soru şu: “Bazılarının daha hızlı koşuyor olması genlerinden mi yoksa yaptıkları antrenmanlardan mı kaynaklanıyor?” Sonuçta daha hızlı koşmak için daha çok çalışmak gerektiği kesin.
Bu örneği daha iyi anlamak ve sorumuza yanıt vermek için yaklaşık on yıl önce keşfedilen bir geni ele almak gerekecek: anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) geni. Kan gruplarıyla ilgili bu genin ağır ve hafif iki tipi mevcut. Türkiye’de hafif tipi taşıyanların oranı her altı kişide bir kişi, bu kişiler genin tek kopyasını taşıyorlar. Yapılan araştırmalar tek kopya taşıyan kişilerin kalp krizi geçirme olasılıklarının daha fazla olduğunu ve kalp ilaçlarına yanıt verme olasılıklarının daha yüksek olduğunu gösteriyor. İşte bu genetik belirlenimdir. Bazı durumlarda hastanelerde acil müdahale gerektiren hastalarda bile, hayat kurtarıcı işlemleri uygulamadan ADE geni kontrol ediliyor. Güçlü tipi taşıyan kişilere müdahale yapılırken zayıf tip taşıyıcılarında uygulanacak girişimlerin sonuçsuz kalacağı biliniyor. Genetik belirlenimin bir örneği daha…
İşin sosyal boyutuna geri dönecek olursak; örneğin olağanüstü sportif başarılara imza atan bireylere baktığımızda, hatta daha klasik bir örnek olması için oksijen desteği olmadan Everest Dağı’na tırmanan insanları ele aldığımızda, yapılan araştırmalar bu işi başaran kimselerin tümünün ADE geninin güçlü versiyonunun iki kopyasını taşıdığını ortaya koyuyor. Tek bir güçlü kopya veya iki zayıf kopya taşıyan kişilerin, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar bu tırmanışı başarmaları mümkün gözükmüyor. Bu da genetik belirlenimdir. Sonuç olarak genetik belirlenimin var olmadığını söylemek delilik olur. Olimpiyatlara katılacak ulusal takımın yalnızca antrenmanlarda daha iyi dereceler yapmalarına göre değil aynı zamanda ADE genlerine göre de seçilmeleri ilginç olurdu. Fakat bu konuda ne kadar ileri gidilebilir? Örneğin ABD’de cinayet işleyen insanlar mahkemeye çıkıp kendilerini kontrol etmelerini engelleyen bir gen taşıdıklarını, kavga çıkaran biri karşısında bu nedenle kendilerini kaybettiklerini söylüyorlar. “Benim suçum değil, genlerimin suçu diyorlar”. Bu insanlar şimdiye kadar savunmalarında başarısız olmuş olabilirler fakat bunlar günün birinde geçerlilik kazanacaktır. Sonuçta böyle bir şey yoktur çünkü varlığından hoşlanmıyorum denilemez. Genetik belirlenim vardır ve bizim bununla başa çıkmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Neden farklı insanlar genlerin farklı tiplerine sahip?
Belirli davranışları veya işlevleri modelleyen genlerin varlığı anlaşılabilir fakat, taşıyıcısına ve türe sağladığı avantaj nasıl açıklanabilir? Ne tür bir süreç örneğin saldırganlıkla ilgili bir geni kalıcı ve varyasyona açık bir hale getirmiş olabilir?
İşte bu genetiğin en büyük ve anlaşılmamış sorusudur. Yukarıda örnek verdiğimiz türde genlerin farklı tiplerine neden sahip olduğumuz sorusu genelde genetikçilerin cevaplayamadığı, dolayısıyla sormadıkları bir soru haline geldi. İnsan genom projesi bitirildiğinden beri bunun devamı niteliğinde yeni bir proje gündeme geldi: Hap-Map. İnsan genomundaki 9 milyon farklı DNA noktası kullanılarak genomdaki belli alanların haritası çıkarılıyor. Neden DNA üzerinde 9 milyon değişken nokta var? Verilebilecek kolay yanıt değişkenliği mutasyonlara bağlar. Evrimsel biyolojide ise bu mutasyonlara bağlı değişkenlik tüm sistemler için zaten kabul edilen bir bilgi. Bundan çok daha fazlası olmalı… Uzun süredir, renk ve kabuk şekli açısından farklılık gösteren salyangozların genetiği üzerinde çalışarak benzer sorulara ben de yanıt arıyorum.
Çöp mü hazine mi?
Çöp DNA’ya ne dersiniz? Kısa süre öncesine kadar çöp yakıştırması uygun görülen bölgeler bugün insanı insan yapan özelliklerin arandığı alanlar oldu. Çöp mü hazine mi?
Evrimsel açıdan herhangi bir şeyi önemsiz olarak atfetmek başlı başına bir hatadır. 1970’li yılların başında genomun incelenmeye başlandığını ve büyük kısmının protein kodlamadığını gördüklerinde çok şaşırdıklarını hatırlıyorum. Bu son derece beklenmedik bir durumdu ve çöp DNA ifadesi kullanılmaya başlandı. Çöp kelimesini asıl anlamlı yapan Fugu rubripes (kirpi balığı) olarak bilinen bir balığın genomunda yapılan gözlemler oldu. Dışarıdan bakıldığında hiçbir farklılığı olmayan bu balığın genomunda çöp DNA hemen hiç mevcut değildir. Yani neredeyse tüm DNA protein kodlayıcı genlerden oluşuyor ve balıkta görünür hiçbir sorun yok. Bir balıkta bu olabiliyorsa neden bizde olmuyor. Üstelik bu genom açısından oldukça maliyetli bir iştir. Tüm bu malzemenin kopyalanması, bunun için enerji ve hammadde harcanması yerine madem mümkün ne diye kurtulmuyoruz? Şimdilerde çöp DNA içinde de birtakım diziler saptanmaya başlandı. Bu dizilerin bizzat protein kodlamakla birlikte işlevsel genler üzerinde kontrol sağladıklarını görüyoruz. Sorunun yanıtını hala bilmiyoruz fakat gerçek şu ki şu anda çöp DNA dediğimiz şeye “altın” diyeceğimiz ve önemsiz olarak nitelendirdiğimiz şeyin önemini fark edeceğimiz gün yakındır.
Kimin DNA’sını alsak?
Sizin ilk tepkiniz ne olmuştu? Ciddi bir sorun olduğunu düşündünüz mü?
Evet, bir sorun olduğuna kesinlikle inanıyordum ve tam da bu nedenle evrimsel biyoloji ile ilgilenmeyi seçtim. Moleküler biyologlar veya hücresel biyologlar daima birtakım keşifler yaparlar ve felsefi konuşmak gerekirse hayata platonik bakarlar. Hücre diye veya genom diye bir tespitte bulunur, bunun tanımını verirler, o kadar. İnsan Genom Projesi’nde de aynı şey oldu. Belli bir kişinin genomunu almadılar ve projeye ilk başladıklarında kimin DNA’sını kullanacakları konusunda kararsızlığa düştüler. James Watson kendi DNA’sının kullanılmasını talep etti. Nelson Mandela’yı önerenler oldu. Tüm dünyanın tanıdığı harika bir adam, iyi bir fikir olabilirdi. Sonuçta tüm dünyadan 30 kişi seçmeyi uygun gördüler. Hepsinin bir araya getirilmesiyle ortalama bir insan yaratıldı. Bizler de bir kenarda durmuş “Bu adamlar da ne yapıyor böyle? Delirmişler mi? Neden genomu haritalıyorlar?” diyorduk. Bunu yapmalarının nedeni işte söz ettiğim bu platonik bakış açısıydı. Bunu yaptıklarında işlerinin biteceğini düşündüler. Oysa artık durumun o kadar da basit olmadığını biliyoruz. İnsanlar arasında azımsanmayacak bir genetik varyasyon vardır.
Irklar arasındaki farklar
Söz konusu varyasyonlar ne kadar büyük? Mesela ırklardan veya insan türü dahilindeki alttürlerden bahsedebilecek kadar büyük ve önemli mi?
Aslında insan ırkı sorunu biyolojide geride bırakılmış bir soruydu fakat, ilk olarak Francis Galton’un biyoloji alanındaki çalışmalarıyla tekrar gündeme geldi. Şüphesiz bir ırkçı olan Galton’un hazırlamış olduğu “İnsan ırklarının zihinsel kapasitesi” başlıklı bir diyagramı hatırlıyorum. Normal dağılım denen istatistiksel gösterim biçimini kullanarak yaptığı sıralama yukarıdan aşağıya şöyleydi: Eski Yunanlılar, İngilizler, Avrupalılar, Afrikalılar, Avustralyalılar ve son sırada köpekler. Üstüne üstlük köpekler ve Afrikalılar’ın örtüştüklerini söylüyordu. Elbette bu korkunç bir saçmalık. Diğer yandan uzaktan bakıldığında, örneğin Mars’tan gelen bir uzay gemisinden dünyaya bakıldığında birçok farklı insan türünün var olduğu düşünülebilir; siyah derililer, açık renkliler, sarı renkliler, çekik gözlüler vb.
Irklarla ilgili asıl gerçek şu ki gördüğünüz şey aslında gen dağılımının tam bir yansıması değildir. Çok kısa süre önce sonuçlanan bir çalışmaya göre derinin siyah veya diğer renklerden biri olması tek bir gene bağlı olarak değişiyor. Genin iki versiyonundan biri derinin siyah olmasını, diğeri ise diğer renkleri sağlıyor. Birçok insanın umduğundan çok daha basit bir açıklama. Diğer genlere baktığınızda, örneğin kan grupları, proteinler, DNA vb., bir Türk ile bir Çinli veya bir Afrikalı arasındaki fark bu anlamda çok daha küçüktür. Ayrıca ırkların birbirleriyle çiftleşmeleri veya çiftleştiklerinde doğurgan döl vermeleri mümkün olmayan ayrık biyolojik birimler şeklinde tanımlanamayacağını da biliyoruz.
Her şey bir yana Afrikalılar Avrupalılar’dan biyolojik olarak tamamen farklı olsalardı da bunu söylemekten kaçınmazdım. Aradaki küçük farkların varlığı ise benim ırkçılık hakkındaki kişisel görüşlerimi değiştirmiyor. Nesnel verilere sahip olmayan bilimi ayrı bir kenara almak gerekiyor; insanları, sirke sineklerinin üzerinde çalışır gibi değerlendirmeye almak! Sonuç olarak Afrikalılar’dan veya Araplar’dan hoşlanmayan insanlar, ulaşılan sonuçların ikna ediciliğine aldırmadan bu tutumlarına devam edeceklerdir. Eğer onlara bir neden sunan genetikse genetiğe, başka bir şeyse o şeye sığınacaklardır.
Bakteriler, şempanzeler Uzak-yakın akrabalarımız
O halde genetik yakınlık ile türsel ilişki arasında doğrusal bir ilişki yok. Diğer yandan türler arasında akrabalık ilişkilerini ele alan tüm çalışmalar DNA düzeyindeki gruplamalara dayanıyor. Genetik ilişkiyi ortaya koyma aşamasında bir alt sınır mı var?
Aslında belli bir sınır yok. Asıl heyecan verici olan herhangi bir yapının merkezinde yatan kısma baktığınızda birçok mekanizmanın, mesela enerji elde etmek için besinlerin yıkımı gibi, değişmediğini görebilirsiniz. Bakterilerdeki mekanizmalar insan türündekilere oldukça benzer. Bence bu bakterilerle uzak akraba oluşumuz için oldukça güçlü bir kanıt. Mekanizmalardaki değişimlerin ilerleme sağlamak kadar hasara neden olma olasılıkları da var. Bu yüzden oldukça muhafazakâr bir yapıdan söz ediyoruz. Her iki olasılık söz konusu olduğundan evrilme zemini doğuyor. İnsan insülin geni veya büyüme hormonu geni bakteri genomuna aktarıldığında faaliyet göstermeye devam ediyor. Bu şekilde büyüme hormonu üreten fabrikalar var. İşin ticari boyutu bir yana, durup düşündüğümüzde bakteri içine yerleştirildiğinde çalışmaya devam eden insan geni kavramının ne kadar büyüleyici olduğunu görebilirsiniz. Bu işleyişin nedeni bakterilerle olan akrabalığımızdır. Şempanzelere ise çok daha yakınız. Veya ikimizin yakınlığı, dünya üzerinde herhangi birinin bir şempanzeye olan yakınlığından daha fazladır. Zaten evrim de bundan ibaret…
Y kromozomu, ilginç bir konu
Bir de evrimsel eğilim, ileri gidiş gibi iddialara sıkça konu edilen Y kromozomu mevzusundan kısaca söz edebilir misiniz?
Bu oldukça ilginç bir konu. İnsanlardaki ve şempanzelerdeki Y kromozomu birbirinden oldukça farklı. Şempanzelerde Y kromozomu çok daha küçük yani çok daha hızlı gen kaybediyor. Doğrudan Y kromozomu hakkında söylenebilecek şeyler de var: TDF, testis belirleyici faktörü gibi. Cinsiyet belirme bölgesi üzerinde yer alıyor. Eğer bu geni taşıyorsanız erkek olursunuz, yoksa olmazsınız. Üç yıl önce David Page adlı bir Amerikalı genetikçi Y kromozomunu diziledi. Erkek cinsiyetle ilgili başka genler, hatta memeli türlerinde ortak, ikincil cinsiyet özellikleri şeklinde tanımlanan özelliklere ait genler saptandı. Ayrıca palindromik dizilerin ne kadar yoğun olduğu görüldü; soldan sağa ve sağdan sola aynı şekilde okunan diziler. Y kromozomu üzerinde böyle milyonlarca dizi var. Ayrıca dediğimiz gibi çok hızlı evriliyor. Sonuçta Y kromozomuna özel birçok değişik özellik var ve biz bunların nasıl ve neden olduklarına dair net bir açıklama sunamıyoruz. Darwin’in bu konuda söyleyebileceği şeyler muhtemelen seksüel seçime ilişkin olurdu. Tavuskuşunun kuyruğu örneğinde olduğu gibi. Erkeğin kuyruğu dişininkinden çok daha uzundur çünkü erkek dişinin ilgisini üzerinde toplamak ister. Bu aynı zamanda erkek ve dişi arasındaki bir çatışmaya işaret eder. Erkek mümkün olduğunca fazla sayıda dişinin ilgisini çekmeye çalışır. Dişiyse en iyi olan erkeği arar. Bu çatışma cinsel davranışı belirler ve hayvanlar dünyasında çok işe yarar. Şimdiyse genom düzeyinde bir çatışmadan söz ediliyor. Genlerinizin içinde var olan bir çatışma. Aynı genin anneden gelen kopyası ile babadan gelen kopyasının farklı etkilere neden olabildiğini biliyoruz. X kromozomu ve Y kromozomu arasında da böyle bir durum var. Çünkü dişi, erkek özellikleri taşımanın yol açacağı zarar verici etkileri ortadan kaldırmaya çalışır. Savaş devam eder ve tüm savaşlarda olduğu gibi uç noktalar yaşanır. Y kromozomu giderek küçülmeye başlar ve artık bu noktadan sonra başka bir cinsiyet belirlenim süreci başlar. Örneğin kuşlarda çok daha farklı bir cinsellik davranışı var. Sonuç olarak seksin olduğu yerde evrim de çok hızlı hareket eder.
Evrimi anlamadan biyolog olunmaz
Son olarak kişisel bir soru yöneltmek istiyorum. Çok basit olarak, evrimle ilgili bunca çalışma, bunca konuşma neden? Evrimi nasıl bir bağlam içine oturtuyor, neden bu kadar önemsiyorsunuz?
Evrim çalışmamın temel nedeni oldukça ilginç bir konu olduğunu düşünmem. Sonuçta evrimi anlamadan biyolog olamazsınız. Tıpkı yer çekiminin doğru olduğuna inanmadan fizikçi olamayacağımız gibi. Nihayetinde bildiğimiz her şey buna bağlıdır. Her ne kadar evrim, biyolojiye eklediğimiz bir şey gibi görünse de aslında biyolojinin kendisidir. Biyolojinin şu alanını seviyorum çünkü hastalıkları yok ediyor fakat evrime inanmıyorum, demek mümkün değil. Biyolojinin belli parçalarını seçip istemediklerinizi dışarıda tutamazsınız. İşte bu nedenle evrimden söz etmeye devam ediyorum.
Pro. Steve Jones
Kaynak:
Evrimin ışığı olmadan biyoloji de olmaz.