Davranışların ve Belleğin Evrimi
Yapısal ve işlevsel tüm tür özelliklerinin DNA ile dölden döle aktarıldığını gördük. Bir türün canlılığının ortaya çıkışından zamanımıza kadar evrimsel olarak gösterdiği tüm gelişmeler, yani filogenisi, DNA ‘sında genler şeklinde bağlanır ve korunur. Buna ‘Türün Belleği’ denir. Bunun yanısıra bir tür içerisindeki her birey, yaşam süreci içerisinde öğrendiklerini özel bileşikler şeklinde bağlayarak saklar. Buna ‘Bireyin Belleği’ denir.
Türün Belleği
Ortaya çıkan ilk hücrelerin karşılaştıkları en büyük sorun, Ozmos sorunuydu (suyun madde bakımından az yoğun ortamdan çok yoğun ortama hareket etmesi). Çünkü hücre içi sıvısı ile hücre dışı sıvısının dengede tutulması gerekiyordu. Böylece ilkel hücrenin ilk davranışı, bir anlamda refleksi ya da otonom düzenlenmesi Ozmos basıncının düzenlenmesi oldu ve bu davranış bir ya da birkaç genle canlı bünyesine girmiş oldu. İkinci refleks ya da davranış şekli, Ozmosdan sonra, canlıyı büyük ölçüde etkisi altına alan sıcaklık değişmelerinin algılanması ve ona göre düzenlenmelerin sağlanmasıydı. Böylece bu düzenlemeyi sağlayan genler, ve onlarla birlikte, refleks ya da otonom düzenlenme şeklindeki davranışlar, canlı bünyesine eklenmiş oldu. Daha sonraki algılama büyük bir olasılıkla dokunma duyusu ve kimyasal maddelerin algılanması olabilir. Böylece sırasıyla, dokunma, koklama, görme, işitme vs. duyularını algılayacak yapılar canlı bünyesine eklenirken, her birini denetleyecek genler de DNA’larına ekleniyordu. Bu yapıların oluşumuna ve işleyişine eşlik eden refleksler ve otonom hareketler de o türün davranışı olarak ortaya çıkıyordu. Bu gen eklenmesi ve ona bağlı olarak reflekslerin birikmesi, sonunda, bugün her türün kendine özgü davranış şekillerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Özünde tüm tür davranışları, milyarlarca yıl süresince hazırlanmış ve birikmiş olan belirli sabit kalıtsal programların devreye sokulmasından başka birşey değildir. Herhangi bir uyarı daha önce hazır bulunan uygun bir ya da birkaç programı, yani refleks dizisini devreye sokar; buna bağlı olarak birtakım davranış şekilleri ortaya Çıkar. Tüm bu davranışlara ‘İç güdü’ denir. Örneğin bir horozun başka bir horozu gördüğünde yaptığı hareketler, belirli refleks dizilerinin devreye sokulmasından başka birşey değildir. Horozun beyninde belirli bir bölge zayıf elektrik akımıyla uyarıldığında, diğer horoz görülmeden yine aynı davranış şekilleri ortaya çıkar. Esasında, horozun beyni elektrik akımıyla uyarıldığında, horoz, meydana gelen imajın gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu anlayamaz. Nitekim beyin ameliyatları sırasında belirli bölgeler uyarılınca, sanki dışarıdan belirli bir uyarı alınmış gibi, uyarılan bölgenin görevine uygun davranışlar gözlenir (örneğin gülme, ağlama, saldırma vs. gibi). Bir beyin bu uyarıları, gerçek görüntülerden ayıramaz.
Bugün canlıların ulaştıkları davranış şekilleri, milyarlarca yıl mutasyonla ortaya çıkan refleks zincirlerinin, doğal seçilimle ayıklanıp geriye kalanlarının oluşturduğu bir bütündür. Bu gelişmelerin kaynağı belki sadece mutasyonlar değil, virüslerle bir canlıdan diğer canlıya aktarılabilen (transdüksiyon) genler ya da DNA parçacıkları olabilir. Öyleki bir canlıda meydana gelen bir yenilik, senkronize çoğalabilen virüslerle, başka canlılara (hatta cinsleri ve familyaları farklı olabilen) taşınabilir. Böylece, organik evrim sırasında sonsuz denebilecek sayıda birey meydana geldiğine ve her bireyin kazanabileceği özellik bu yolla başka canlılara aktarılabildiğine göre, karmaşık davranışların açıklanması zor olmayacaktır.
Gelişmiş organizmaların sahip olduğu karmaşık yapılar ve davranışlar incelendiğinde, bunların, özünde, ilkel organizmalarda, hatta ilkel hücrelerde mevcut özelliklerin evrimleşmesiyle ortaya çıktığı görülebilir. Örneğin birhücrelilerdeki görme beneğinden göz, koku – tat almaçlarından, koklama ve tatma organları, hücre içerisindeki fibrillerden sinir ve kas lifleri vs. meydana gelmiştir.
Çok hücreliliğe geçişle birlikte duyu ve tepkime organlarının, belirli bölgelere yoğunlaştığı görülmektedir. Böylece daha etkin bir işleyiş şekli ortaya çıkmıştır. Bu yığılmaların değişmesi ve çeşitlenmesi ile de diğer başka yapılar meydana gelmiştir. Örneğin birhücrelilerde sitoplazmik lifler (terliksihayvanlardaki sil bağlantıları), süngerlerdeki ve bazı ilkel yassısolucanlardaki diffüz sinir lifleri, ilk olarak sırtipi şeklinde bir araya toplanmış, daha sonra ön kısmı gelişerek beynin kökenini oluşturacak koku lobunu yapmıştır. Koku lobunun (balıklarda hala çok büyüktür) gelişmesiyle büyük beyin oluşmuştur.
Sabit sıcaklılık ortaya çıkınca, davranışlar, özellikle beyin işlevleri çevre koşullarına tam bağımlı olmadan yürütülmeye başlanmıştır. Bunun sonucunda soyut düşünme ortaya çıkmıştır. Soyut düşünme, gerçek benliğin ve etkili bir iletişimin meydana gelmesini sağlamıştır. iletişim, bilgilerin hızla birikimine, bu da, bilgi birikiminin ilkel yeri olan koku lobunun daha da gelişerek büyük beyni yapmasına neden olmuştur.
Beyini narkozla uyuşturmaya başlayınca, en son oluşan kısımlarının en önce, en önce oluşan kısımlarının ise en son uyuştuğu görülür. Çünkü bu merkezler oluş sıralarına göre beyinde bir çeşit içten dışa doğru dizilmişlerdir. Ayrıca yapı ve algılama olarak da eskiye gittikçe kabalaşma, yeniye geldikçe duyarlılaşma gözlenmektedir. Bu nedenle bir narkoz sırasında, en önce, en son oluşmuş kısım, yani bilinç(şuur) daha sonra sırasıyla acıyı algılama vs. yitirilir. En son, Ozmosu ve sıcaklığı düzenleyen merkezler uyuşur (bu merkezler uyuştuğunda ölüm ortaya çıkar). Çünkübu merkezler beynin derinliklerine gömülmüştür.
Türün kazanmış olduğu bu refleks dizileri, yani içgüdüsel davranışlar, koşullandırma ile, özellikle büyük beyni gelişmiş canlılarda, denetim altına alınabilir ya da kısmen değiştirilebilir. Fakat çok kuvvetli uyarılarda koşullandırılma tekrar yitirilebilir. Örneğin eşeysel olarak ya da beslenme ile (kan kokusu gibi aşırı şekilde uyarılan hayvanlar koşullandırılmış olsalar dahi ilkin davranışlarını gösterirler. Aşırı şekilde uyarılan (eşeysel olarak uyarılan, kızdırılan vs.) insanlar da çok defa bu koşullandırmayı, yani büyük beyinin denetimini yitirerek, eski ilkin davranışlarını gösterebilirler. Bazı durumlarda da refleksler tam anlamıyla büyük beynin denetimine alınabilir. Örneğin tüm vücudumuzu kurtarmak için kızgın bir demiri elimizle tutmak zorunda kaldığımız zaman. Özellikle insanda büyük beyin içgüdüsel refleksleri denetim altına alarak, soyut düşünceyi gerçekleştirmiş ve yaşadığı sürede kazanmış olduğu deneyimleri, davranışlarının oluşması için kullanmıştır. Bunun yanı sıra organik evrim süreci içerisinde kazanmış olduğu refleksler bu bilinçli davranışların yapıtaşı olmuştur.
Organik evrim süreci içerisinde tüm ataların kazanmış olduğu bu deneyimlerin büyük beyin tarafından eşgüdümü, benliğin ve bir anlamda ruh dediğimiz soyut duygunun ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Bireyin Belleği
Türün belleğinin DNA halinde bağlandığı saptanınca, gözler, bireysel belleğin nasıl oluştuğunun araştırılmasına yönlendi. ilk çarpıcı gözlemleri, JAMES McCONNELL, 1950 yılında, yassısolucanlardan Planaria’da yaptı. Bunlara ışıkla birlikte zayıf elektrik vererek, ışığı gördüklerinde kasılmaları için koşullandırdı: Bir zaman sonra koşullandırılmış bu hayvanları parçalayıp, etlerini, koşullandırılmamış olanlara yedirdiğinçle, koşullandırılmamışların da koşullandırılmış hayvanlar gibi davrandığını gözledi. Yaşam süreci içerisinde kazanılmış bellek, bir bireyden diğerine taşınmıştı. Koşullandırılmış hayvanlardan özütlenen RNA’ları koşullandırılmamışlara verdiğinde, yine, belleğin nakledilebildiğini gözledi. Bu denemeye bağlı olarak birçok ilkel çok hücrelide, daha değişik gözlemler yapıldı. Hepsinde sonuç benzerdi; bireysel bellek, RNA bağlantıları şeklinde ortaya çıkıyordu. Planaria türlerinde çok küçük bir vücut parçasından dahi yeni bir bireyin meydana geldiği bilinmektedir (vücutlarının 1/200’ü beslenmeksizin yeni bir birey meydana getirebilir). Koşullandırılmış bir bireyin vücudu parçalandığında, sadece, beyni taşıyan kısımları değil, vücudunun diğer parçaları da, bu koşullandırmayı hatırlıyordu. Yani bellek tüm vücut hücrelerin de bağlanmıştı.
Eğer bellek RNA şeklinde ya da RNA aracılığıyla bağlanıyorsa, ribonukleaz (= RNaz) enzimi ile (yalnız RNA’yl temel birimlerine kadar parçalar, diğer bileşiklere etkisi yoktur) bu engrammı bozmak mümkün olacaktı. Nitekim koşullandırılmış hayvanın vücut parçaları, ribonukleaz içeren sulu bir ortamda yetiştirilmiş ve beyin kısmını taşıyan parçaları hariç, diğer kısımlarının bu koşullandırmayı yitirdiği görülmüştür. Keza vücut içerisine enjekte edilen RNaz da aynı etkiyi göstermiştir. Bu deneme, RNA’nın, belleğin oluşumuna katıldığını gösterir; fakat doğrudan doğruya sorumlu olduğunu kanıtlayamaz. Çünkü RNaz, tüm RNA’ları yıkacağı, dolayısıyla proteinlerin meydana gelmesini de önleyeceği için, bir protein şeklinde bellek bağlanmasını da önleyecektir. Belleğin protein şeklinde bağlanmaması için herhangi bir neden bulunamamıştır.
Daha sonra, 1960 yıllarında, UNGARN, fareleri doğal eğilimlerine ters davranış gösterecek şekilde eğitti. Örneğin karanlık yerine aydınlığı tercih etme gibi. Koşullandırılmış bu hayvanların beyinlerinden özütlediği RNA’ları koşullandırılmamış farelerin karın boşluğuna enjekte edince, onların da koşullandırılmışlar gibi davrandıklarını ya da çok kısa bir zamanda koşullandırılabileceklerini gözledi. Bu deneme ile belleğin RNA şeklinde bir canlıdan diğer canlıya nakledilebileceği kanıtlanmıştır. Koşullandırmanın şiddetine göre RNA miktarı artmaktaydı. Nitekim insanda da beynin 40 yaşa kadar RNA’ca zenginleştiği, 40 – 60 yaş arasında sabit kaldığı ve daha sonra azaldığı bilinmektedir. UNGARN, daha sonra, farelerde korku meydana getiren bir maddeyi korkutularak koşullandırılmış farelerin beyninden özütlemiş ve daha sonra sentetik olarak yaparak ona ‘Skotophobin = Karanlıktan Korkutan Madde’ ismini vermiştir.
ilk olarak RNA aracılığıyla bağlanan belleğin, uzun sürede kararlı hale geçmesi ve yitirilmemesi için daha sonra proteinler şeklinde bağlanması gerektiğine ilişkin bazı gözlemler de vardır. Örneğin, proteinlerin sentezlenme kademelerini bloke eden bazı maddeler (RNA’ların meydana gelmesini önlemezler), uzun sürecek koşullandırmaların, yani sürekli belleğin oluşmasını önler. Buradan, belleğin, en sonunda, proteinler şeklinde bağlandığı ve hatırlanacağı zaman bilgisayarlardaki yongalar gibi okunduğu varsayılabilir.
Kaynak:
sasirtici ve aydinlatici! o halde kofte ekmek yemekle de yedigimiz canlinin RNA’larindan bir seyler ogrenebiliriz gibi gorunuyor:) bu yaklasim canlilar arasindaki akrabalik iliskilerini guclendirir ve evrim algisini kor rastlantilar ve firsatcilik ekseninin otesine tasir zannediyorum.