İlk insan ya da insanlar nerede ya da nerelerde, ne zaman, kaç bin ya da kaç milyon yıl önce, nasıl ortaya çıkmışlardır? Ne şekilde yaşamışlar, nasıl beslenmişler, nerelerde barınmışlardır? Günümüzün modern insanı ile nasıl bir benzerlik içindeydiler? Yoksa görünümleri oldukça farklı mıydı? Görünümleri ve zekâları farklı idiyse, bugünkü Homo Sapiens’e, başka bir deyişle Homo Cerebralis’e evrimleri ne kadar zamanda ve nasıl oluşmuştur? Çeşitli bilim dallarına mensup araştırmacı ve uzmanların somut bulgularına ve getirdikleri yorumlara dayanarak bu sorulara cevap aramaya çalışacağım.
Canlıların yaratıldıktan sonra değişime uğramadıklarını ileri süren ve türlerin değişmezliğini benimseyen kuramların aksine, evrim kavramı, en temel ifadesiyle canlıların değişime uğradıklarını, bu değişimlerin ve uzun birikimlerin sonunda daha karmaşık ve daha çok sayıda cinslerin ortaya çıktığını ileri süren bir kuramdır. Avrupa’da, 17. ve 18. yüzyılda Rönesans ile başlayan Bilim Devrimi ile birlikte, yer merkezli, statik evren görüşü de terk edilmeye başlanmıştır. 17. yüzyılda İngiliz botanik bilgini John Ray’in öncülüğünde bitki ve hayvan türlerinin sınıflandırılması ve isimlendirilmesi çalışmaları, 18. yüzyılda Isveç’li doğa bilgini Carolus Linnaeus ile bir sisteme oturmuştur. Bugün bilim insanları hala Linnaeus’in oluşturduğu farklı organizmaların ortak özellikleri esasına dayalı mertebelendirme sistemini ve ikili adlandırma (binomial) dizgesini kullanmaktadırlar. Doğadaki her canlı organizma cins ve tür olmak üzere ikili isimlendirme sistemiyle tanımlanır. Buna göre insan cins olarak homo, tür olarak sapiens’tir. Bu biyolojik kimliğimizdir.
Mayr’a göre canlılardaki türleşme sürecini ele alırken, simpatrik ve alopatrik tür kavramlarım göz önüne almak zorunluluğu vardır. Simpatrik tür, aynı ekonişi paylaştıkları halde, aralarında çiftleşip üreyebilme engeli olan canlılardır. Alopatrik tür ise, aynı türe mensupları oldukları halde, farklı coğrafi alanlarda yaşayan canlılardır. Doğal engellerin ve zaman faktörünün etkisiyle, bir topluluğun iki kolu coğrafi olarak ne kadar birbirinden uzakta ise ve ekolojik koşullar açısından birbirinden ne kadar farklı ortamlarda yaşıyorlarsa, bunların iki farklı alt tür olarak gelişme olasılıkları o kadar fazladır. Söz konusu gruplar arasındaki coğrafi engeller çeşitli nedenler ile ortadan kalktığında, bu iki topluluk karşılaşma olanağı bulur, fakat simpatrik türler haline geldikleri için, artık aralarında çiftleşip üreme olanağı kalmamıştır.
İnsan birçok ortak özelliği diğer canlılarla paylaşmaktadır. Omurgalılarla yakınlığımız olmakla beraber, memeliler sınıfı ile daha fazla müşterek yönlerimiz vardır. Doğanın bir parçası olan insan, giderek doğadan kopmuş, biyolojik donanımının ötesinde kendine özgü bazı nitelikleri ile doğayı gözlemleyen biyo-kültürel bir varlık haline gelmiştir.
18. yüzyıldan başlayarak giderek artan bilimsel geziler, dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkarılan fosiller, gelişen teknolojiyle hızlanan yol ve tünel yapımlarında meydana çıkarılanlar, canlı ve cansız doğanın evriminin birlikte ele alınması gerekliliğini doğurmuştur. Fosillerin ve jeolojik katmanların incelenmesi sonucu, dünyamızın yaşı ve insanın evrimi konusunda, iki temel ve birbirine zıt yorum ortaya çıkmıştır. Türlerin değişmezliği ilkesinin dayanağı olan, Kilisenin yaratılışa ilişkin dogmatik doğa felsefesine göre, doğal afetler sonrası yeryüzündeki canlıların bir bölümü ya da tümü yok olmuş, bunların yerine daha gelişmiş yeni türler yaratılmıştır. Bu görüşün tersi olan dönüşümcülüğe göre ise, eski türler ile yeni türler arasında bir kesinti söz konusu değildir ve canlıların zaman içinde gösterdikleri değişimler yeni türlerin oluşmasına yol açmaktadır.
Dünyamızın oluşum başlangıcı olan ve herhangi bir hayat izi görülmeyen Azoyik dönem günümüzden önce 4.6 ile 3.5 milyar yıllan arasını kapsayan ana dönemdir. Yaklaşık 3.5 ile 2 milyar yıllan arasını kapsayan Arkeozoyik dönemde ise sadece bakteriler yaşam sahnesinde bulunmaktadırlar. Yaşamın sadece denizlerde olduğu ve 2 milyar ile 550 milyon yılları arasını kapsayan Proterozoyik dönemin sonlarına doğru tek hücreler, birbirleri ile ortaklık ilişkisi kurarak, yeryüzünün ilk hayvanları olan hücre kolonilerini oluşturmuşlardır. Son 550 milyon yıllık ana dönem olan Fanerozo-yik dönemde ise, yaşam denizlerde yeterince çeşitlenmiş, daha sonra da hücreler yeni ve uygun kombinasyonlara girerek hayatı denizlerden karalara taşımışlardır. Bu ana dönemin Paleozoyik erası bir çok omurgalı, eklembacaklı ve günümüzde temsilcisi kalmamış omurgasız canlıların egemen olduğu eski bir dünya alemini simgeler. Daha sonra gelen Mezozoyik era ise ilk defa çiçekli bitkilerin ve kuşların ortaya çıktığı ve dinozorlar ile ammonitler gibi kafadanbacaklıların egemen oldukları devirdir.
Bir görüşe göre, çok büyük bir gök cisminin dünyaya çarpması sonucu, atmosferi kaplayan toz bulutu ve parçacıkların, güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasına engel olması, diğer bir görüşe göre de, volkanik hareketler, deniz düzeyindeki önemli değişiklikler ve yeryüzü kaynaklı diğer jeolojik olaylar nedeniyle, Mezozoyik eranın son zaman dilimi olan kretase’den itibaren yeryüzü iklimi giderek soğumaya başlar. Başta dinozorlar olmak üzere çok sayıda canlı yaşam sahnesinden silinir. Günümüzden 65 -75 milyon yıl önce, Senozoyik eranın başlangıcı olan Tersiyer zaman diliminden itibaren ortaya çıkan boşluğu, genelleşmiş bir anatomik yapıya sahip, çok ufak, her türlü ortamda rahatça yaşayabilecek arkaik memeliler doldurur. Primatlar da memeliler sınıfının 33 takımından biri olarak yaşam sahnesindeki yerlerini alırlar. Bunların bir kısmı çevredeki canlılarla girdiği var olma mücadelesini kaybettiği, bir kısmı da o çağların değişik ekolojik koşullarına ayak uyduramadığı için yok olup giderler.
Genet-Varcin’e göre, primat benzeri memelilerin olası en eski temsilcisi, Kuzey Amerika’da kretase ve paleosen fosil katmanlarında bulunan purgatorius’tur. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre, ilk primat benzeri memeliler tarla faresi iriliğinde olup, uzun bir yüze ve çok küçük bir beyne sahiptiler. Üçüncü zamanın başlarından itibaren, organizmaları ve davranış örüntülerindeki esneklikleri ağaçlarda yaşamaya en iyi uyum sağlayabilen formlar ve bunların soyları hızla tropik, yarı tropik ve savanlık bölgelere yayılır. Tropik ya da yarı tropik ortamda hem korunma, hem de kolay beslenme açısından ilk primatlar oldukça şanslıydı. Ne var ki böyle nemli ve sıcak iklimlerde fosilleşmenin gerçekleşme olasılığı çok zayıftır. Dolayısıyla ilk primatların Afrika’da mı yoksa Asya’da mı ortaya çıktığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. Üçüncü ve Dördüncü zamanı kapsayan Senozoyik çağın eosen evresinden itibaren primatlar Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika’da geniş bir dağılım gösterirler, fakat Avusturalya’da hiç yaşamamışlardır. Günümüzde primatların % 80’i Brezilya’nın yağmur ormanlarında yaşamaktadır.
Prosimiyen olarak adlandırılan ufak primatlar, Güneydoğu Asya’nın birkaç adasında ve Madagaskar’da, eski dünya primatları ise, Güney ve Doğu Afrika’nın ormanlık ya da savanlık alanlarında, Asya’da, Himalaya steplerinde ve Japonya’nın kuzeyindeki adalarda yaşarlar.
14 aile, 55 cins ve 170 civarında tür sayısı ile oldukça zengin çeşitlilik gösteren primat dünyasının iri primatlarına gelince, şempanze ve goril Afrika kökenlidir. Kongo, Uganda, Gabon ve Kamerun’da, goriller ise sadece Batı Afrika’da yaşarlar. Batı Afrika aynı zamanda goril ve şempanzenin ortak yaşadığı bölgedir. Jibon ve orangutanlar Güneydoğu Asya’da, Borneo ve Sumatra adalarında yaşarlar. Jibonlar hayatlarının büyük bir kısmını ağaçların 30 metreden yüksek kısımlarında geçirirler.
Bedensel irilikleri açısından primat türleri çok geniş bir yelpaze oluşturur. Prosimiyen ailesinden olup Madagaskar’da yaşayan microcebus’lann boyu 13 santim, ağırlıkları ise 60 gram kadardır. Buna karşılık 2 metreye varabilen boy ve 250 kilogramı bulabilen ağırlıklarıyla goriller primat dünyasının en iri cüsselileri olarak bilinirler. Çoğu memelilerin aksine, insan da dahil tüm primatların beyin korteksindeki koku alma bölgesi, zamanla önemli bir küçülme göstermiş, görme duyusunda ise belirgin bir gelişme olmuştur. Tüm primatların el ve ayaklarında tutucu beş parmak bulunur. Prosimiyen’lerde sivri tırnaklar, insan dahil tüm iri primatlarda ise yassı tırnaklar vardır. İnsan dışındaki diğer primatlar bir nesneyi tüm parmaklarıyla kavrarlar, başparmakları etkisizdir, duyarlı ve rafine bir tutuşa sahip değillerdir. İnsanda, el başparmağı ve işaret parmağı gelişmiş, ayak başparmağı ise tutucu işlevini kaybetmiştir.
Üst primatlar kuyruklu ve kuyruksuz olarak iki gruba ayrılır. Kuyruksuz primatlar insanla birlikte goril, şempanze, orangutan ve jibonlardır. Primatlar dışındaki bütün memelilerde kol ve bacak kemikleri kaynaşıp bir blok oluştururlar. Kol ve bacakların-daki eklemleşme sayesinde primatlar, cinslerinin yaşam seçeneklerinin gerektirdiği her hareketi kolayca yapabilen bir konuma gelmişlerdir.
Zamanımızdan yaklaşık olarak 25 milyon yıl önce başlayıp, 5.5 milyon yıl önce sona eren üçüncü zamanın Miyosen çağında yerküre gittikçe soğumaya, tropik ormanlarla kaplı alanlar kuraklaşmaya başlar. Genet-Varcin, Wolpoff ve Binford’a göre miyosen çağda hominoid adını verdiğimiz iki önemli insanımsı üst aile gelişir. Bunlar sivapithecuslar ve driyopithecuslardır. Coppens’e göre meyve türü besinlerin temelini oluşturduğu değişik bir beslenme alışkanlığı, diğer primatlara oranla daha gelişmiş ve karmaşık bir beyin korteksiyle donanmış, her türlü ekolojik ortama kolayca uyum sağlayan bu yeni formların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hominoid atatürlerinin ortaya çıkmasında ve çeşitlenmesinde değişik jeolojik ve iklimsel olaylar da önemli rol oynamıştır. Son 50 milyon yıl içinde ilk defa Afrika ve Avrasya arasında köprü oluşmuş, Arabistan tektonik platosu da Asya’ya karasal bağlantı ile bağlanmıştır. Zamanımızdan 14 milyon yıl öncesinden itibaren, sivapithecus hominoidlerini Afrika, Avrupa ve Asya’nın çeşitli ekolojik ortamlarında görmeye başlıyoruz. Moleküler biyolojik bilgilere dayanarak Kottak, Asya sivapithecuslarının 16 milyon yıl önce orangutana doğru evrimleştiğini, Afrika sivapithecuslarmın ise goril-şempanze ve insan ailesinin ortak atasal formları olabileceğini ileri sürer. Franklin’e ve günümüzde geniş ölçüde benimsenen görüşe göre ise, ortak atadan ilk kopma jibon ile başlamış, bunu orangutan izlemiş, 10 milyon yıl önce goril, bu tarihten 100.000 yıl sonra da şempanze ortak atadan ayrılmıştır.
Texas San Antonio Biyomedikal Araştırma Merkezinden Jeffrey Rogers, şempanze, goril ve insanın DNA moleküllerindeki dizilim biçimlerine ilişkin yaptığı çalışmalarda bazı benzerliklerden söz etmektedir. Rogers’a göre, genetik analizler şempanzenin bir dizilime göre insana, farklı bir dizilime göre gorile daha yakın olduğunu göstermektedir. Franklin’e göre, moleküler saatin geriye doğru işletilmesindeki temel ilke, DNA molekülünün belirli bir zaman dilimindeki değişme hızıdır, insan ve şempanzenin DNA moleküllerinde ve albumin proteinlerinde % 99 oranında görülen benzerlik, bazı araştırmacılara göre her şey anlamına gelmez, önemli olan % 1’lik az ama öz ayrılıktır. Filogenetik, sistematik ve taksonomik olarak insan ve iri primat aileleri arasındaki ilişki, aynı evrim çizgisi üzerinde düşünülmemelidir. Ne insan iri primatların atasıdır, ne de primatlar insanın atası olmuşlardır.
Hominid yani insansı ailesinin en eski temsilcisi olan australopithecus ile ilk tanışma, 1924 yılında, Afrika’nın güneyinde Transvaal eyaletinin Taung bölgesindeki kireç ocaklarında, 3-4 yaşlarında goril-şempanze-insan arası bir canlının kalıntılarının bulunmasıyla başlar. 1930’lardan itibaren, paleoantropolog, jeolog, paleozoolog, pale-obotanist, ekolojist, nükleer fizikçi ve diğer uzmanların yaptığı sistemli kazılar ve çalışmalar sonucunda, Güney Afrika’da ve Doğu Afrika’nın Çad, Etyopya, Tanzanya ve Kenya’yı içine alan geniş bölgesinde, sayıları yüzleri aşan insansı fosiller ortaya çıkarılmıştır. Doğu Afrika’da kuzeyden güneye uzanan 4.000 km.lik Rift tektonik çöküntüsünde yapılan karbon izotop analizleri sonucunda, bu bölgenin milyonlarca sene önce sayısız göl ve akarsu ile kaplı olduğu anlaşılmıştır. Bu su kaynaklarından günümüze tortusal depo ve sekiler ile kalın tüf tabakaları kalabilmiştir. Volkanik faaliyetlerden geriye kalan küller, güney Afrika’dakinin aksine, radyometrik tarihleme olanağı da vermektedir. Aşağı yukarı 4 milyon yıl boyunca, Doğu, Güney ve Orta Afrika’da yaşamış olan insansılar 7 değişik türle temsil edilirler. Bu kadar farklı türe rağmen, insansıların küçük beyin, iri yüz ve iki ayak üzerinde yürüme olarak üç ortak özellikleri vardır.
Australopithecus Africanus (Narin yapılar): Zamanımızdan önce, 3 ile 2 milyon yılları arasında yaşadıkları sanılmaktadır. Ortalama 1.29 metre boyunda, 24-25 kg. ağırlığında idiler. Beyin hacimleri 450 cm^’tü. Öğütücü dişleri modern insanın iki katı iriliğindeydi. 20 yaş dişleri küçülme eğilimi göstermiyordu. Köpek dişleri diğer kesici dişlerle aynı hizada idi. Africanusların kafataslarındaki kas bağlantı izleri belirsizdir. Erkeği ve dişisi arasında belirgin irilik farkı vardır.
Australopithecus Robustus (Güney Afrika kaba yapılıları) ve Australopithecus Bo-isei (Doğu Afrika kaba yapılıları) : Zamanımızdan önce, 2.6 ile 1.2 milyon yılları arasında yaşamışlardır. Boyları 1.50-1.60 metre arasında idi. Beyin hacimleri 500-600 cm3’tü. İri dişleri, Kafataslarındaki ek kemiksel çıkıntılarının bağlandığı güçlü çiğneme kasları vardı. Diş aşınma fasetlerinin taramalı elektronik mikroskobu ile incelenmesi sonucunda, kaba yapılıların dişlerinde çizik ve çukurlara yoğun biçimde rastlanmış, bunların, fındık ve benzeri sert kabuklu yemişler ve sert bitki kökleri ile, narin yapılıların ise daha ziyade yumuşak meyve ve yapraklarla beslendikleri ortaya konulmuştur. Ot ağırlıklı beslenen canlıların kemiklerinde strontium, et ağırlıklı beslenenlerde ise kalsiyum oransal olarak fazladır. Uygulanan eser element analizleri sonucu, narin ve kaba yapılıların omnivor oldukları, yani hem et, hem de otla beslendikleri anlaşılmıştır. Kaba yapılıların diş minelerinde yapılan C13 izotop analizi de bu sonucu desteklemektedir.
Australopithecus Afarensis (Doğu Afrika arkaik yapılıları): Zamanımızdan önce 3.6 ile 3 milyon yıllan arasında yaşamışlardır. Beyinleri 400 cm3’tür. Ufak yapılıdırlar. Erkeği ve dişisi arasında çok belirgin cüsse farkı vardır. Diş yapıları daha çok goril ve şempanzelere benzer. Köpek dişleri diğer kesici dişlerden daha yukarıdadır. 1. alt küçük azı ile alt köpek dişleri modern insandakine hiç benzemez. 1977 yılında Kenya’m Laetoli bölgesindeki volkanik tüfler içinde, 70 metrelik bir pist üzerinde bir çocuk ve iki erişkin afarensise ait ayak izleri bulunmuştur. Laekey ve Tottak’a göre, Hadar ve Laetoli afarensisleri ve kaba yapılı insansılar dik yürümelerine rağmen, el ve ayak bilekleriyle parmaklarındaki anatomik ayrıntılardan da anlaşılacağı üzere ağaç yaşamından tamamı ile kopmuş değillerdi. Narin yapılıların aksine, kaba ve arkaik yapılı insansılarda oksipital marjinal sinüs, tıpkı modern insanda olduğu gibi genişlemiştir. Bazı araştırmacılar, bu anatomik özelliğin, iki ayak üzerinde durma ve yürüme yönünde evrimleşen insansıların, omurga-damar ağına daha etkin ve düzenli kan akımı sağlamak amacıyla olduğunu söylerler.
Austrapithecus Bahrelgazalia: Zamanımızdan önce 3.5-3 milyon yılları arasında, Orta Afrika’da yaşamışlardır. Arkaik yapılılarla çağdaştırlar.
Genetik olarak insansıların daha iri bir beyne sahip olma yatkınlığını, anne baseninin boyutları olanaksız kılmıştır. Trinkaus’a göre, beyinsel gelişme ile beraber anne baseni de evrim sürecinde genişlemiştir. Tobias’a göre, insansıların beyin korteksi her ne kadar iri primatlardan daha karmaşık ve gelişmiş olsa da, alın ve şakak bölgesinde son derece yetersiz bir gelişme vardır. Zekâ kapasiteleri modern insandan hayli düşüktür ve böyle küçük bir beyinle konuşamamaktadırlar. Yaklaşık 257 iskelet üzerinde yapılan çalışmalar, insansıların 17-18 yıl yaşayabildiklerini göstermektedir. Son yıllarda Kanadalı ve İngiliz araştırıcılar, diş minesindeki retzius çizgilerini incelemek suretiyle, ilk hominid türlerinde, modern insandan daha hızlı bir büyüme ve gelişmenin olduğunu, dolayısıyla çocukluk evresinin daha kısa olduğunu bulmuşlardır. Erkek ve dişi arasında görülen belirgin cüsse farkı, erkeğin birden fazla dişiyle yaşadığı gruplarda görülen ortak biyolojik özelliktir. Buna göre, insansılarda monogami yani tek eşlilik büyük olasılıkla yoktu.
Acaba, insansılarda ilk adet görme yaşı kaçtı? Dişilerinin hamilelik süresi ne kadardı? Kaç yaşında menopoza giriyorlardı? Akrabalık ilişkileri ne düzeyde idi? Ensent yasağı var mıydı? insanların fizyolojik özellikleri iskelet sisteminden anlaşılamadığı için bu yönleri ile onları tanıyamıyoruz. insanların, ateşi bilinçli kullandıklarına dair hiçbir bulgu ele geçmemiştir. Tobias ve Kottak’a göre, insansılar iri dişleri ve güçlü çiğneme kasları ile besinlerini çiğ yiyorlardı. Binford, Trinkaus, Larrick, Ciochon ve Kottak’ın yaptığı araştırmalar, insansıların avlanma dışında et gereksinimlerini leş yiyerek karşıladıklarını göstermektedir.
Australopithecus Anamensis: Doğu Afrika’da Kenya’nın Turkana gölü yakınlarındaki Allia Bay ve Kanopoi bölgelerinde, zamanımızdan 3.9 ile 4.2 milyon yıl öncesiyle tarihlendirilen 21 insansıya ait fosil kalıntıları, araştırmacıları soy ağacının kökeninde daha da geriye götürmüştür. Anamensislerde köpek dişleri afarensislerden daha iridir, diş mineleri ise afarensis ve diğer insansılardan daha kalındır. Yapılan incelemeler anamensislerin de dik yürüyebildiklerini göstermektedir.
Ardipithecus Ramidus: Son yıllarda Etyopya’nın Hadar bölgesinde 4.4 milyon yıl önce yaşadıkları belirlenen 17 insansı kalıntısı bulunmuştur. Wilford’un 1998’de The New York Times’da yayınlanan makalesine göre ramiduslar, tüm bilim dünyası tarafından, şimdilik insan ailesinin bilinen en eski temsilcisi olarak kabul edilmektedirler.
Yetenekli ve becerikli anlamına gelen habilis ismi altında Homo habilis, ilk kez 1964 yılında Tobias, Leakey ve Napier tarafından bilim dünyasına tanıtılmıştır. Homo habilis atalarımızın, Kenya’da Doğu Turkana’da en az 700.000 yıl kaba insansılarla bir arada yaşamış oldukları Relethford tarafından kanıtlanmıştır. O halde kaba yapılıları insanın atasal çizgisi içinde kabul edemeyiz. Tim White’a göre, Australopithecus afarensis iki kola ayrılmıştır. Bir kolu kaba ve narin insansılara doğru gelişmiş, diğer kolu ise 3 ile 2 milyon yıl arasında, çağdaşı olan insansılarla arasındaki tüm köprüleri atarak, insan cinsine doğru evrimleşmiştir. Wolpoff ise, narin yapılılardan bir kolun insan cinsinin atası olduğunu ileri sürer.
Homo habilisler, zamanımızdan önce 2.5 ile 1.6 milyon yılları arasında, Doğu ve Güney Afrika’da yaşamışlardır. Tanzanya’nın Olduvai George vadisinde, Kenya’nın Doğu Turkana bölgesinde, Koobi Fora’da ve Güney Afrika’nın Swartkrans ve Sterk-fontein bölgelerinde çok sayıda iyi korunmuş habilis fosilleri bulunmuştur. Diğer tüm hominidlerden farklı olarak, homo habilislerin kafatası kemikleri ince olup, beyinde frontal lobun yer aldığı alın bölgesi gelişmiştir. Alveolar prognatizma varlığını korumakla beraber, büyük azı dişlerindeki küçülmeden dolayı, damak uzunluğu azalmış, yüz kısalmıştır. Güçlü çiğneme kasları yoktur. Diş minesi incedir. Kesici ve köpek dişleri büyüklük ve lokalizasyon açısından bugünkü insanda olduğu gibidir. Beyin hacimleri ortalama 660 cm3‘tür, yani hominidlerinkinden % 50 oranında daha büyüktür. Doğu Turkana’da bulunan Homo 1470’in beyin hacmi 800 cm3’tür. Kafatasının iç yüzeyinde beynin bırakmış olduğu izlerden anlaşılacağı üzere, beyin korteksinin sol yarısında oluşan fronto-orbital oluğun konumu ve yapısı modern insandaki gibidir. Oysa bu oluk insansılarda yoktur. Beyin kortekslerinin fronto-parietal ve tem-poral kısımlarındaki Broca ve Wernicke bölgelerinin varlığı habilislerin konuşma yeteneğine sahip olabileceklerini göstermektedir.
Homo habilis erkeğinin boyu ortalama 1.30, dişisinin boyu ise 1 metre, ağırlıkları 25-35 kg. arasında idi. Ayak iskeletlerinde, enlemesine ve boylamasına olan kavis, dik durduklarının en iyi kanıtıdır. Habilislerin bacak kasları modern insandakinden daha güçlüydü. Dolayısıyla habilisler bizden daha güçlüydüler ve daha az yoruluyorlardı. Modern insanda kol uzunluğu bacak uzunluğunun % 70 kadarıdır, habilisde ise bu oran % 95 civarındadır. Bu bedensel özellik ile, el, kürek ve kol kemiklerindeki anatomik ayrıntılar habilislerin ağaç yaşantısından tümüyle vazgeçmediklerini göstermektedir.
Tanzanya’nın Olduvai vadisinde Leakey ailesinin yaptığı kazılarda, fosil yatakları içinde homo habilislerle beraber taş aletler de bulunmuştur. Zamanımızdan 2.5 milyon yıl öncesine ait bu taş aletlerin üzerinde uygulanan taramalı elektronik mikroskop analizi neticesinde, bu taşların bilinçli olarak ve belirli bir tekniğe göre biçimlendirildiği anlaşılmıştır. Jelinek ve Arsebük’ün tanımlamalarına göre, bu aletler Oldowan endüstrisi olarak isimlendirilmişlerdir. Oldowan taş endüstrisi dört çeşit aletten ibarettir. Bunlar, çekiç, tek yüzü işlenmiş satır, iki yüzü işlenmiş satır ve yontulup biçimlendirilmiş yongadır. Bu aletler keskinliğini kaybetmiş çakıl taşları, lav kökenli taşlar ve kuvartzlardan hazırlanıyordu. Leakey ve Kottak burada tasarımın ilk izlerinin görüldüğünü söylerler. Metin Özbek’e göre, doğal ayıklama süreci, sahip olduğu genetik potansiyeli ile bu yeni canlı karşısında pek etkin görünmüyordu. Doğa, kendi elleriyle, adeta kendine kafa tutan bir yaratık dünyaya getirmişti ve onun dizginlerini giderek elinden kaçırıyordu. Habilisler, taş aletleri ile avcılık ve toplayıcılıkta oldukça etkili olmaya başlamışlardı. Hayvan karkaslarının derilerini yüzüyor, bitki köklerini topraktan çıkarıyor, besinlerini eziyor ve kırıp parçalıyorlardı. Bu sayede diş ve çenelere de fazla yük binmemiş oluyordu.
Yapılan araştırmalarla bugünkü insanların % 90 oranında sağ ellerini kullandıkları kanıtlanmıştır. Berkeley Üniversitesinden Toth Koobi Fora’da bulunan aletleri çeşitli yöntemlerle incelemiş ve habilislerin tercihen sağ ellerini kullandıkları sonucuna varmıştır. Habilisler arasındaki sağ el yatkınlığı, beynin o dönemlerde sağ ve sol yarım kürelerinin farklı işlevleri üstlenecek şekilde bir lateralizasyona girdiğinin kanıtıdır, însan ailesinin ilk temsilcileri olarak kabul edilen homo habilis ve homo ergaster toplulukları yerlerini, daha iri beyinli, uzun boylu ve daha gelişmiş zekâya sahip homo erektus ardıllarına bırakarak tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Homo erektus: ilk buluntuları alt pleistosen ile yaşıt olan erektuslar, Stein ve Rowe’un sistematik ve filogenetik çalışmalarından öğrendiğimize göre, üst pleistosenin başlarına kadar yaşamışlardır. Tattersall ve Kottak, erektuslann, insansıların kaba yapılıları ile alt pleistosenin sonlarında Turkana Gölü çevresinde yan yana yaşadıklarını belirlemişlerdir.
Zamanımızdan önce 1.8 ile milyon 1.6 milyon yıl arasındaki yaklaşık 200.000 yıl gibi çok kısa bir süre içinde, ilkel anatomili habilis ve ergaster türlerinden, daha gelişmiş erektusa doğru çarpıcı bir atlama olmuş, fakat sonraki bir milyon yıl boyunca erektuslarda kayda değer bir biyolojik evrime rastlanmamıştır. Doğu ve Kuzey Afrika’dan, Hindistan ve Pakistan’a, Avrupa’nın bir çok yan tropik alanından, Endenozya takım adalarına kadar çok büyük bir yayılma gösteren homo erektuslar, Wolpoff a göre çeşitli iklimsel koşullarda, ırksal farklılaşmalarla karşımıza çıkarlar. Larrick ve Ci-ochon’a göre erektuslar Afrika’dan diğer kıtalara yayılmışlardır. Öte yandan Berkeley’den Swisher ve Curtis’in Java’da argon-argon tarihleme tekniği ile yaptıkları çalışmalar, erektusun varlığını 1.8 milyon yıl önceye götürmektedir. Larick ve Ciochon, Çin’de bulunan zamanımızdan 1.7 milyon yıl öncesine ait fosil kalıntıların ve taş endüstrisinin erektus aşamasının öncesine ait olduğunu ve Afrika’dan başlayan büyük göçün habilis ya da ergaster döneminde olduğunu ileri sürerler. Gibbons ise homo erektuslann, Java’da Çin’dekilerden çok daha eski dönemlerde yaşadıklarını ileri sürer.
Kuzey Afkrika’dan Güney Afrika’ya kadar çok çeşitli alanlara yayılan, homo erektuslann, Etyopya’daki Omo Vadisinde 130.000 yıl öncesine kadar yaşadıkları saptanmıştır. Yapılan jeolojik araştırmalar, alt pleistosende Cebelitarık Boğazının yerinde karasal bir bağlantının bulunduğunu kanıtlamaktadır. Avrupa’ya geçişte erektuslar bu bağlantıyı kullanmışlardır. Nitekim 4. zaman süresince, buzul çağında yaşamış olan mamutlar da Afrika’dan Avrupa’ya bu yolla gelen fillerin ardıllarıdır. Erektuslann yaşadıkları çağlarda, Kuzey ve Doğu Afrika ile Güney-Doğu Asya’da sıcak ve yağışlı bir iklim hâkimdi. Büyük Sahra ormanlarla ve zengin su kaynakları ile kaplıydı. Pleistosen çağ sürecince son derece önemli iklim değişimleri meydana geldi. Kuzey yarım kürenin büyük bölümünü etkisine alan buzul çağları başladı. Her buzul dönemini yağışlı ve ılıman ara buzul dönemleri izledi. Hayvan türleri ve bitki örtüsü de, bir soğuyan, bir ısınan iklimlere bağlı olarak değişti. Deniz seviyelerindeki alçalma ve yükselmeler sonucu, kıyı şeritlerinin profilleri de değişti. Erektuslar, Afrika gibi elverişli bir iklimden sonra, buzul çağındaki Avrupa içlerinden Sibirya steplerine, Çin’deki soğuk tundra ikliminden, Java’daki tropik iklime kadar çok değişik iklimlere ayak uydurmak zorundaydılar. Barınak olarak genelde mağaraları kullanan erektuslara ait ilk kulübe kalıntıları, zamanımızdan 400.000 yıl öncesine aittir ve Kottak tarafından, Fransa’da Nice yakınlarındaki Terra Amata adlı eski yerleşim bölgesinde bulunmuştur. İnsanoğlunun yarattığı oval biçimli bu ilk evlerin kalıntıları içinden taş aletler, ocak külleri ve pişirilerek yenilmiş olan hayvan kalıntıları ortaya çıkarılmıştır.
Erektuslar, vücut yapıları olarak modern, fakat kafatası yapıları bakımından ilkel düzeyde idiler. 727 ile 1225 cm3 arasında değişen beyin ağırlıkları, ortalama 946 cm3‘tü. Erektusların beyin hacmi habilislerden % 44 oranında daha büyüktür. Beyin korteksieri frontal, temporal ve parietal bölgelerde önceki atalarına nazaran benzeri olmayan bir gelişme gösterir. Heim ve Rightmire’ın tespitlerine göre kafatasları üstten bastırılmış gibi yassı olup, oksipital kemiğin orta hizasında belirgin bir bükülme vardır. Kaş kemerleri abartılı bir çıkıntı oluşturur. Yüzleri ve burun delikleri geniştir. Üst çene çıkıntılıdır. Kafatası kemikleri modern insandan çok kalındır. Alt çeneleri de oldukça iri ve kabadır, menton çıkıntısı yoktur. Güçlü çiğneme kaslarına ve iri dişlere sahiplerdir. Bilhassa köpek dişleri çok iri olup, diş kökleri de modern insana nazaran oldukça uzundur. Boy ortalamaları Çin’de yaşamış olanlarda 1.56 m. Java’dakilerde ise 1.70 m. civarındadır. Ağırlıkları 80-100 kg. olarak tespit edilmiştir. Erektuslar, dar leğen kemiklerine ve dar doğum kanallarına sahiplerdi. Dolayısıyla cenin aşamasında olmayan beyin irileşmesi, çocukluk evresinde devam etmiş olmalıdır.
Homo erektus sadece alet üretmekle kalmayıp, alet yapan aletler de üretmeyi başarmıştır, insanoğlunun kültür tarihinin % 99’unu yontma taş çağı endüstrisi oluşturur. İşte, zamanımızdan aşağı yukarı 1.5 milyon yıl önce, erektus, simetrik olarak biçimlendirdiği üçgen formunda yeni bir el baltasını kullanmaya başlayarak aşölyen teknolojisini başlatmıştır. Erektusun ürettiği el baltasının daima eksantrik bir merkezi ve çepeçevre keskin kenarları olmuştur. Erektus, bu çok yönlü alet silahı çakmaktaşı ya da bazalttan yapmış, rastgele taşları kullanmamıştır. Aşölyen teknolojisi, erektuslara Afrika’da, Avrupa’da ve Asya’da çevreye uyum sürecinde büyük kolaylık sağlamıştır. Kottak’a göre Java’daki erektuslar da alet yapıp bunları kullanıyorlardı. Fakat Asya’daki el baltası teknolojisi Afrika’da olduğu gibi gelişmiş ve karmaşık değildir. Homo erektus çağı olarak bilinen orta pleistosende, erektuslar, ateşi denetim altında tutmayı da başarmışlardır. Patel’e göre, zamanımızdan önce 385.000 ile 465.000 yıllan arasında Fransa’de Menez- Dregan’da yaşayan erektuslar ateşi bilinçli olarak kullanmışlardır. Bu mağarada yanmış çakıl taşları ve kömür kalıntılarının yanı sıra gergedan kemikleri de bulunmuştur. Kottak’ın tespitlerine göre Fransa’da Terra Amata ve Çin’de Zukudiyen eski yerleşim merkezlerinde de ateş bilinçli olarak kullanılıyordu. Fransa’da Escale mağarasında 700.000 yıl önce, Doğu Afrika’da Chesowanja’da 1.5 milyon yıl önce ateş kullanılmıştı. Yaygın olan görüş, erektusun ateşi üretmediği, sadece kullandığı doğrultusundadır. Taramalı elektron mikroskop analizlerden tespit edildiğine göre, diş aşınma örüntüleri, erektuslann yoğun biçimde et yediklerini göstermektedir. Homo erektuslar en fazla 20-30 yıl kadar yaşayabiliyorlardı, sadece % 5’i 50 yaşına kadar hayatta kalabiliyordu. Erektuslar, ölülerini gömmüyorlardı. Bazı araştırmacılara göre erektuslar arasında hemcinslerinin beynini yeme adeti yani kanibalizm vardı. Örneğin, Zukudiyen mağarasında bulunan 40 kadar kafatasınınn kaidesi bilinçli olarak kırılmış, içlerindeki beyinler çıkarılmıştır. Yine, ispanya’da Atapuerca mağarasında 800.000 yıl öncesine ait 6 erektusun kalıntılarını inceleyen paleontolog Fernandez-Jalvo’da Atapuerca erektuslarının kanibalist oldukları sonucuna varmıştır.
Homo erektustan Homo sapiense geçiş: Wolpoff, Relethford ve Kottak, zamanımızdan yaklaşık 200.000 yıl öncesinden itibaren, orta Pleistosenin sonlarıyla, üst pleistosenin başlarında homo erektusların yerini homo sapiens türünün arkaik formlarının aldığını söylerler. Kottak, homo sapiensleri, arkaik ve modern görünümlü homo sapiensler olarak ikiye ayırır. Asya’daki Solo insanları, Afrika’daki Bodo, Saldanha buluntuları, Mindel ve Riss buzul çağları boyunca Avrupa’da Petralona, Vertesszöllös, Steinheim, Arago ve La chaise fosil kalıntıları arkaik homo sapienslerin geniş bir coğrafyada yaşadıklarını göstermektedir. Genet-Varcin ve Wolpoff arkaik homo sapiensleri neandertallerin ataları olarak kabul ederler. Bugün, birçok araştırıcıya göre homo sapiensin evrimi polisantriktir. Ancak, Vandermeersch ve destekçilerine göre, homo sapiens zamanımızdan 200.000 yıl önce Büyük Sahra’da ortaya çıkmış ve tüm dünyaya buradan yayılmıştır. Jelinek ve Heim’a göre, 130.000 yıl öncesinden itibaren yavaş yavaş ortaya çıkan neandertaller, Batı Avrupa’da zamanımızdan 35.000 yıl öncesine kadar yaşamışlardır. Genet-Varcin’e göre, neandertal sözcüğü sadece Orta Doğu ve Avrupa için geçerlidir, diğer bölgelerde yaşayanları neandertal çağdaşları olarak isimlendiriyoruz.
Neandertallerle ilk tanışma 1848 yılında ispanya’da Gibraltar’da olmuş, arkasından 1856 yılında Almanya’da Neander adlı vadide ve 1908 yılında da Paris yakınlarında neandertal fosil kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. Bugüne kadar 275 neandertal insanı bulunmuştur. Kırım’da, Özbekistan’da, İsrail’de, Irak’ta ve Antalya Karain mağarasında da yaşadıklarına dair bulgular ele geçmiştir.
Neandertaller kalın enseli, geniş omuzlu, kalın bacaklı, vücut kasları oldukça gelişmiş insanlardı. Boylan ortalama 1.52 m., ağırlıkları 73 kg. civarında idi. Neandertallerin iki cinsi arasında vücut yapısı bakımından bir fark yoktu. Bacakları gövdelerine oranla Eskimolarda olduğu gibi kısadır. Geniş göğüs kafesleri güçlü bir solunum kapasitesine sahip olduklarını göstermektedir. Kafatasları iri ve yassıdır. Tıpkı erek-tuslarda olduğu gibi, göz çukurlarının üzerinde, alnın bir ucundan diğerine uzanan belirgin kaş kemerleri vardır, iri olan yüzleri öne doğru çıkıntılıdır. Burun çıkıntılı, burun delikleri geniştir. Bazı araştırmacılar, iri ve geniş burun ve hacimli üst çene sinüsleri ile, solunan havanın ısınmasının ve nemlenmesinin kolaylaştığını ve böylece neandertallerin kuru buzul iklimine biyolojik uyum sağladıklarını ileri sürerler. Yüz prognatizmasının, beyni soğuğa karşı koruduğu da ileri sürülmektedir. Neandertaller, çok iri azı dişlerine ve güçlü taçlı ve uzun köklü kesici dişlere sahiplerdi. Gelişmiş üst çene sinüsü sebebiyle, üst köpek dişi kökü hizasındaki fossa canina neandertaller-de oluşmamıştır. Neandertallerin kesici dişlerinde tuhaf bir aşınma vardır. Kottak, bu aşınmanın, neandertallerin ön dişlerini, giysi amacıyla hazırladıkları hayvan derilerini yumuşatmak için kullanmalarından oluştuğunu söyler. Patte, Wolpoff ve Kottak, neandertallerin çok özel bir anatomisini ortaya koymuşlardır. Kalça kemiğinin pübik kısmı neandertallerin hem dişlerinde, hem de erkeklerinde uzundu. Dolayısıyla, iri beyinli neandertal yavrusu bu geniş leğen boşluğundan herhangi bir sıkışma olmaksızın rahatça doğabilmekte idi. Bazı araştırıcılar hamilelik sürelerinin 11 ay olduğunu söylerler. Erişkin neandertallerin beyin hacmi ortalama 1566 cm3‘tür. Oksipital beyin lobu modern insandakinden daha gelişmiştir, bu da gelişmiş bir görme yeteneğini akla getirmektedir. Trinkaus, neandertalleri izleyen modern görünümlü homo sapienslerde pübik kolunda kısalma olduğunu tespit etmiştir. Oysa iri beyin aynı kalmıştır. Bu durumda iri beyinli ceninin, dar doğum kanalına sahip anneden rahatlıkla doğması zorlaşmıştır. Bu nedenle anne işini kolaylaştıracak bir yardımcıya ihtiyaç duymaya başlamıştır. Liebermann, neandertallerin gırtlak kapasitelerinin her sesi çıkarmaya elverişli olmadığını, dolayısıyla konuşma yeteneklerinin çok sınırlı olduğunu ileri sürmektedir.
Arsebük ve Bordes’den öğrendiğimize göre, neandertaller ve çağdaşları, orta paleolitik taş endüstrisini yaratmışlardır. Bu kültürün en iyi bilinen evresi musteriyen teknolojisidir. Neandertaller yonga teknolojisi ile bıçak, uç kazıyıcı, yan kazıyıcı, testere biçimli kazıyıcı, delici, saplı ve sapsız üçgen gibi bir çok kullanışlı aleti günlük yaşamlarına katmışlar, yanı sıra ağaç ve kemikten de aletler yapmışlardır. İspanya’da bir kaya sığınağında bulunan 45.000 yıl öncesine ait tahta kaplar dışında, neandertallerin çanak, çömlek yaptıklarına dair herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Kap olarak kafataslannı ya da ağaç kabuklarını kullandıkları sanılmaktadır. Neandertaller, soğuk buzul ikliminden korunmak için hayvan derilerinden faydalanıyorlardı. Henüz iğneyle tanışmadıkları için dikişsiz giysiler giyiyorlardı. İri mağara ayısı, tundra geyiği ve kıllı gergedan gibi kürklü hayvanların postlarını yatak, yorgan amacıyla da kullanıyorlardı. Hayvan yağlarını ise ateşi sürekli kılabilmek için kullanmışlardır. Binford’a göre zekâları ve teknolojileri her tür kara hayvanını avlamaya yetecek ölçüdeydi. Besinlerinin % 99’unu et ve diğer hayvansal ürünler oluşturuyordu. Dorozynski ve Anderson, 40.000 yıl öncesine ait neandertal kemiklerinden elde edilen kolajen içindeki nitrojen ve karbon izotoplarının analizi sonucu neandertallerin, kurt ve tilki arası bir beslenme tipine sahip olduklarını ortaya koymuşlardır. Bilindiği gibi, kurtlar sadece etle, tilkiler ise et dışında meyve, bitki tohumu ve hatta ağaç yapraklarıyla beslenirler.
Irak’ta, Şaindar mağarasının zemininde bulunan çok sayıda küçük çukur örneğinde olduğu gibi, neandertaller, etlerini ve yakacaklarım stokluyorlardı. Würm buzulunun yarattığı olumsuz iklim koşullarından ötürü neandertaller dünyası çok tenha bir dünya olmuştur. Meselâ, Fransa’da, sadece 20.000 neandertalin yaşadığı sanılmaktadır. Solecki, Genet-Varcin ve Kottak’a göre, ilk mezar âdeti, neandertallerle karşımıza çıkar. Neadertaller, ölülerini oturdukları mağara ya da başka bir mekâna, anne karnındaki ceninin pozisyonunda, elleri baş hizasında, dizler karına çekili olarak gömüyorlardı. Çoğu kez ölülerinin üzerine canlılığı ve dirilişi simgeleyen kırmızı boya sürüyorlar, bazen de yanlarına öteki dünyada yardımcı olacağına inandıkları keçi ve geyik boynuzları ya da mamut kürek kemikleri koyuyorlardı. Erkeği gibi güçlü bir fiziğe sahip ve onunla ava katılan neandertal kadının süslenmeye vakit ayırmadığı sanılırken, d’Errico ve arkadaşlarının Fransa’da buldukları hayvan diş ve kemikleri ile fil dişinden yapılmış kadın süs eşyaları zannedilenin aksine, neandertal kadının süs amaçlı takılar taktığını ortaya koymuştur. Bazı Batı Avrupa neandertalleri mağara ayısına saygı duymuş ve onu kutsallaştırmışlardır. Fransa’da Le Moustier’de neandertallere ait bir aile mezarı bulunmuş, Solecki ise Şanidar mağarasında bir erkek iskeletiyle beraber en az 8 tür çiçeğin fosilleşmiş polenlerini tespit etmiştir. Kaburgaları kırılmış ve sonradan kaynaşmış, ayrıca ileri derecede eklem romatizmalı Fransa La Chapelle aux Saints neandertallinin ve diğer bir örnek olarak, sol göz çukuru parçalanmış, köprücük, kürek ve pazı kemikleri kırılıp sonradan kaynaşmış Irak Şanidar I neandertalinin ortaya koyduğu bulgular, neandertaller arasında sıkı bir dayanışma, hasta ve sakatlarına bakma âdetinin olduğunu göstermektedir. Öte yandan Gibbons’a göre, Yugoslavya ve Hırvatistan’da bulunan neandertaller kesin olarak kanibalistti. Fakat araştırıcılar bu davranış görüntüsünü tüm neandertallere maletmemekte, bunu ritüelik açıdan yorumlamaktadırlar.
Neandertaller, sert ve soğuk buzul ikliminin her türlü olumsuz koşuluna büyük bir dirençle karşı koyduktan, sonuçta tam bir biyolojik uyum sağladıktan sonra, ne genetik ne de kültürel açıdan yeni bir yaşam biçimini başlatacak performansları kalmamıştı. Kromanyon adı verilen modern homo sapienslerle temas kurduktan sonra, yaklaşık 7.000 yıl içinde tümüyle yok olmuşlardır. Bu yok oluşun sırrı henüz çözülebilmiş değildir.
1868 yılında Fransa’da, Cro-Magnon adlı kaya altı sığınağında ortaya çıkarılan ve 30.000 yıl öncesi ile tarihlendirilen, görünümleri zamanımız insanından farksız fosiller, modern insanın simgesi haline gelmiştir. Ancak, Vandeermersch gibi kimi araştırmacılar, modern yapının ilk kez, 150.000 yıl önce Güney ve Doğu Afrika’da belirdiğini iddia ederler. Lewin, dünyadaki tüm insanların ortak atasının Afrika’da doğduğunu iddia eder. Stringer, Havva’nın Afrika’da 200.000 yıl önce yaşadığını mitokondri-yal DNA kuramına göre açıklar. Berkeley’den Alan Wilson ve Mark Stoneking modern insan türünün ilk ne zaman arkaik insan türünden ayrıldığını tespit etmek için, yaşayan bir çok ırk grubundaki mitokondriyal DNA’nın varyasyon hızını incelemişlerdir. Hiçbir zaman babadan gelen DNA ile karışmayan ve sadece anne tarafından kalıtımı sürdürülen MtDNA hücre çekirdeğinde yer almaz, dolayısıyla cinsel üreme sürecinden ve doğal seçilim baskısından etkilenmez. MtDNA’daki mutasyon hızının her 1 milyon yılda, % 2-4 oranında olduğu ilkesinden hareket eden araştırmacılar, moleküler saati geriye doğru işleterek, modern insanın ortaya çıkışını, zamanımızdan 200.000 yıl öncesiyle tarihlendirirler. Wolpoff un başını çektiği çok merkezli görüşü savunan araştırmacılar ise, mitokondriyal saati kabul etmezler. Zira MtDNA’daki mutasyon bazı devirlerde çok hızlıdır, bazı devirlerde ise hiç olmamıştır. Onların düşüncesine göre Afrika zencilere, Asya sarı ırka ve Avustralya yerlilerine, Avrupa ise beyaz ırka anavatan olmuş, modern ırklar, yerel arkaik topluluklardan 3 ana kıtada birbirinden bağımsız olarak gelişmişlerdir.
Genet-Varcin’e göre, modern insanın ortaya çıktığı Würm buzulunun ikinci yarısında yani zamanımızdan yaklaşık olarak 35.000 yıl öncesinde, Avrupa’da sert ve soğuk buzul iklimi doruk noktasına ulaşmıştı. Alimen’e göre, ısı sürekli 0 santigradın altında idi ve kışlar 10 ay sürüyordu. Afrika’da ise ılıman ve yağışlı bir iklim vardı. Büyük Sahra’nın yerinde göller ve ormanlar bulunuyordu. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen kromanyonlar, Avrupa’nın hemen her yerinde, hatta Genet-Varcin’e göre Sibirya’da bile yaşamışlar ve Avrupa’nın tek fatihi haline gelmişlerdir. 1.85 metreye sıkça ulaşabilen boyları, kromanyon erkeğinde ortalama 1.77 metre, kadınında ise 1.67 metredir. Kromanyonlarda, beyin büyük, alın geniş ve diktir. Ön arka yönde uzun olan kafatası, geniş olan yüzle çok uyum göstermez. Kaş kemerleri fazla çıkıntılı değildir. Buna karşılık, alt çenede belirgin menton çıkıntısı oluşmuştur. Göz çukurları dardır. Burun dar ve çıkıntılı olup, burun sırtı düzdür.
Wolpoff, insan ırklarının ana hatlarının üst yontma taş çağında belirlendiğini öne sürer. Kromanyon giderek nordik ırk grubuna dönüşürken, perigordiyen üst yontma taş çağının yaratıcısı olan combe capelle insanları Akdeniz insanının çekirdeğini oluşturmuşlardır. Komp kapeller kromanyonlardan daha kısa boyludurlar. Üst yontma taş çağının sonlarına doğru şansölad adlı üçüncü bir insan tipi gelişmiştir. Şansöladlarda da boy kısa, alın geniştir. Baş ön arka yönde fazla uzun değildir. Günlük yaşamda taş, kemik ve ağaçdan yapılan çeşitli etkin aletlerin, insan gücünün yerini almasıyla, üst yontma taş çağının sonlarına doğru, kas, kemik ve dişlerdeki kaba yapı giderek narinleşmeye başlamıştır. Genet-Varcin’e göre, üst yontma taş çağında nüfus önemli derecede artmıştı. Örneğin magdalenyen kültür evresinde dünya nüfusu 10 milyona kadar ulaşmıştı.
Üst yontma taş çağı perigordiyen, orinyasiyen, solütreyen ve magdalenyen kültür evrelerine ayrılır, Avrupa’ya dışarıdan gelen orinyasiyen kültür evresinde dilgi, burin, kazıyıcı, kemikten yapılan kargı ve mızrak gibi alet ve silahlar karşımıza çıkar. Solütreyen insanı ise ok ve yayı bulmuştur. Bazı araştırıcıların kazılardan elde ettikleri bulgulara göre, magdalenyen insanı keskin kenarlı dilgi aletlerini orak gibi kullanarak yabani tahılları biçmiş ve bu tahılları taş dibeklerde ezmiştir. Üst yontma taş çağının genelinde 92 tip taş alet tespit edilmiştir. Kromanyon insanı, kaburgadan küreği, ren geyiği boynuzundan kazmayı, su bardağını, Jelinek’den öğrendiğimize göre solüt-reyen kültürünün sonlarına doğru yani 17.000 yıl önce atların bilek, kuşların bacak kemiklerinden ya da fildişinden dikiş iğnesini, 13.000 yıl önce de balık avlamak amacıyla olta ve zıpkını icat etmiştir.
Kromanyonlar doğal kaynaklan kullanırken oldukça aşırıya kaçmışlardır. Değişen iklim koşullarının da etkisiyle aşağı yukarı 50 otçul hayvan türü üst pleistosenin sonlarında yok olmuştur, iyi ve dengeli beslenme sonucunda kromanyon insanının ömrü uzamış, insanoğlu ilk defa 60 yaşına kadar yaşayabilme şansını bulmuştur. Kadınların doğurganlık süreleri uzadığı için artan nüfus, insan ilişkilerinin gelişmesini başlatmıştır.
Kromanyonlar, yaptıkları deniz araçlarıyla, zamanımızdan 30.000 ile 20.000 yıl önce Kore’den Japonya’ya, Bering Boğazı yoluyla Asya’dan Amerika’ya daha sonra da Avustralya’ya ayak basmışlardır. Avustralya’da en son yapılan kazılarda elde edilen bulgular ise bu görüşün aksine, Avustralya’da yaşamın 50.000 yıl önce başladığını göstermektedir. 30 ile 25.000 yıl öncesinden, özellikle magdalenyen evresinden itibaren, kromanyonlar, doğal mağaraları terk ederek, çadır ve kulübelerde yaşamaya başlamışlardır. Isı kaybını önlemek için yan yana toprağa gömdükleri kulübelerinin duvarlarım mamutların fildişleri ile örüyor, sonra hayvan derisiyle kaplıyorlardı. Böyle tek bir kulübenin yapımında 95 mamutun kemiğinin kullanıldığı tespit edilmiştir. Kromanyonlar da, neandertaller gibi ölülerini gömmüşler, bazen çoklu gömülere de yönelmişlerdir. Ancak özel mezarlıklar yapmamışlardır.
Mağara resim sanatı prehistoryanın altın çağıdır. Din neandertaller ile, sanat ise kromanyonlarla başlamıştır diyebiliriz. Cisimlerin üç boyutlu olarak algılanması ve soyut düşünme kavramı 30.000 yıl önce üst yontma taş çağı insanı ile beraber ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kromanyonlar, mağaraların en kuytu ve karanlık köşelerine duvar resimleri yapmışlardır. Fransa’da 67, İspanya’da 31 resimli mağara belirlenmiştir. 33-30 bin yıl öncesine ait, duvarlarında renkli olarak yapılmış ağızlan açık mağara ayıları, koşan aslanlar ve kavga eden gergedanlar bulunan Fransa’daki Chauver mağarası, daha başlangıçtan itibaren perspektif anlayışının bilindiğini bize göstermektedir. Bu mağaralar arasında en ünlüsü, mavi, kırmızı ve siyah renkler kullanarak yapılmış, bizon, vahşi at, kıllı gergedan ve ren geyiği başta olmak üzere, 150 hayvan resmini ve 850 gravürü içeren birçok dehlizi ile Fransa’daki Lascaux mağarasıdır. Yine Fransa’daki Cosquer, Ebbou ve Niaux ile İspanya’daki Altamira mağaraları, kromanyon resim sanatının en ilginç örneklerini bizlere sunmaktadır. Kromanyonlar, boya olarak doğal minerallerden kırmızı için okn, siyah için manganez dioksidi, aynca limonid ve hematiti kullanmışlardır. Çevresinde yaşayan av hayvanlarını, doğal boyutları, anatomik ayrıntıları ve olanca canlılığı ile resmeden üst yontma taş çağı insanı, kendini nedense ya hiç görüntülememiş, ya da yarı insan, yarı hayvan şeklinde çizmiştir. Magdalenyen kültür evresinde tapmak amacıyla kullanıldığı kuvvetle muhtemel olan 150 resimli mağara tespit edilmiştir. Bu mağaralarda genellikle hiç oturulmamıştır. Bazı mağaralarda insanlar hayvan maskesi altında görüntülenmişlerdir. İspanya’daki Altamira mağarasında ise çok sayıda geometrik motifler bulunmuştur.
Ukrayna’da bulunan uzun hayvan kemiğinden yapılmış, delikleri olan kaval, üflemeli ve vurmalı çalgıların tarihinin orinyasiyen çağa kadar gittiğini göstermektedir. Alimen, Jelinek ve Kottak’ın tespitlerine göre, kromanyonlar muska ya da kolye olarak kullanmak üzere obsidiyenden ya da çakmak taşından yapılmış kalemlerle, fildişi, kemik, boynuz ya da çakıl taşlan üzerine ayrıntılı hayvan resimleri de yapmışlardır. Jelinek ve Howell, kromanyonların heykel de yaptıklarını ortaya çıkarmışlardır. Genellikle kadınların dişilik ve doğurganlık özelliklerini ön plâna çıkaran ve boyutları 10 ile 23 cm. arasında değişen bu heykeller, topraktan, pişmiş kilden, fildişinden ya da limonit, hematit ve kalsit gibi çeşitli minerallerden yontularak yapılmışlardır. Kromanyonlar, çanak, çömlek yapmasını bilmiyorlardı. Ancak, Vandiver ve arkadaşlarının Çek Cumhuriyeti’nde Dolni Vestonice’de buldukları 26.000 yıl öncesine ait, düşük ateşte pişirilmiş kil ve topraktan yapılmış, çoğu şekilsiz ve ne amaçla yapıldıkları anlaşılamayan nesneler, kromanyonların seramik teknolojisine sahip olduklarını göstermektedir.
İğneyi bulan kromanyonlar, hayvan postlarından değişik giysiler, kazaklar, botlar dikmişlerdir. Giyime ve süslenmeye oldukça önem verdiklerini kadın heykellerinden anlıyoruz. Örneğin, Sibirya’da bulunan heykel kapüşon ve kabanıyla, Dolni Vestonice’de bulunan heykelcik ise başında bonesiyle yontulmuştur. 12.000 yıl öncesinden itibaren Batı ve Kuzey Avrupa’yı saran buzulların erimesi hayvan türlerini ve bitki örtüsünü önemli derecede değiştirir. Kromanyonların besin ve model kaynaklan olan mamut, mağara ayısı, bizon, kıllı gergeden, step atı, mavi tilki ve ren geyiği gibi hayvanlar, pleistosenin sonlarına doğru yavaş yavaş kaybolurken, mağara resim sanatı da giderek tarihe karışır.
Paleolitik çağın sona ermesiyle başlayan ve oldukça kısa süren Mezolitik çağla beraber, insan toplulukları eriyen buzulların boşalttığı topraklara ve ilk defa İskandinav bölgelerine yayılırlar. Bu arada bitki örtüsü de önemli ölçüde değişir. Tundra görünümlü bodur ağaçların ve steplerin yerlerini ormanlık alanlar alır. Bitki ve hayvan türleri bakımından oldukça zengin Yakındoğu’ya orta boylu, narin yapılı, dolikosefal na-tufiyen insanları göç eder ve sabit köy yerleşimlerini başlatırlar. Sıcak ve yağışlı iklimin Anadolu’ya ve Ortadoğu’ya yayılmasıyla, başta arpa ve buğday olmak üzere birçok yabanıl bitki bol miktarda yetişmeye başlar. Mezolitik insanları, zamanımızdan 11.000-12.000 yıl önce, taş, toprak, kil ve ağaçtan yaptıkları evlerinin basit de olsa fırınlarında, taş dibeklerde ezip, öğütme taşlarında öğüttükleri yabani tahılları pişiriyorlardı. Bu toplulukların yaşadığı en eski yerleşim köylerinden biri Cauvin’e göre Suriye’de Fırat kıyısındaki Tel Mureybet Köyüdür.
Bordes’e göre, Mezolitik çağ, zıpkın, balık oltası ve orak yapımında kullanılan, obsidiyen ve çakmaktaşından yapılmış çeşitli geometrik şekillerdeki minik aletlerle (mikrolitlerle) bilinir. Bu çağdaki diğer bir yenilik de köpeğin evcilleştirilmesidir. Mezolitik çağ insanları ölülerini, evlerinin belirli bir yerine, çömelmiş pozisyonda gömmüşler, aynı mezarı daha sonra ölen yakınları için de kullanmışlardır. Zamanımızdan 11.000 yıl önce Mezolitik çağın sonlarına doğru, ılıman ve yağışlı iklimin yerini alan kurak iklim nedeniyle yer yer çöller oluşmaya başlar. Hayvan türleri de değişen iklime ayak uydurur.
Mezolitik çağla başlayan köy yaşantısı, Yeni Taş çağı anlamına gelen Neolitik çağla beraber daha da gelişir. Çiftçi köy topluluklarının ortaya çıktığı bu kültür evresi Protoneolitik, akeramik (çanak çömleksiz) ve keramik (çanak çömlekli) olmak üzere üç ana gruba ayrılır. Kottak’a göre, zamanımızdan 10.000 yıl Önce Yakındoğu ve Anadolu’da değişen ve kuraklaşan iklim ve buna bağlı olarak ortaya çıkan geniş ovalar, avcı-toplayıcı köy topluluklarının bazılarını yeni ekolojik koşullara uyum sağlamaya yönlendirmiştir. Yakındoğu bu gelişimi yaşarken, Avrupa hâlâ avcı-toplayıcı yaşam biçimini devam ettirmekte, bir kısmı da mağara yaşamını sürdürmekte idi. Orta ve Güney Amerika’da tarım aşağı yukarı 6.000 yıl önce başlamış, mısır, kabak, fasulye ve bazı bitkiler evcilleştirilmiştir. 8,000 yıl önce Güney Doğu Asya, 5.000 yıl önce Doğu Afrika tarıma geçmiş, 3.000 yıl önce ise Japonya ve Kore’de pirinç ağırlıklı tarım başlamıştır. Braidwood ve Reed’e göre, zamanımızdan 10.000 yıl önceki Yakındoğu, bir yanda yüksek platolar ve dağlar, diğer yanda ağaçsız stepler ya da Fırat ve Dicle’nin bereketli alüvyonlu ovaları gibi değişik coğrafi görünümlerle karşımıza çıkar. Bu çok geniş coğrafi yelpazede insanoğlu, kendi istek ve ihtiyacı doğrultusunda yabanıl tahılları seleksiyona tâbi tutmuştur, ilk evcilleştirilen tahıllar buğday ve arpa olmuş, bunları mercimek, nohut ve bakla izlemiştir. Suriye’deki Tel Mureybet, Anadolu’daki Çayönü ve Aşıklı gibi yabanıl tahılların toplandığı ve yendiği köy yerleşmeleri zamanla tarıma geçmişlerdir. Cauvin, uygun toprak, yeterli su ve bilgi birikimiyle söyler, Taylor’a göre besin üretimi, uygarlığın gelişmesine ve kültürel değişmeye ortam hazırlamıştır. Bilinçli tarıma geçilmesiyle, beslenme alışkanlığı değişmiş, insanoğlu ilk kez ekmeğini yapmaya başlamıştır. İrak’ta Jarmo, Anadolu’da Cafer Höyük ve Tel Mureybet’te yapılan arkeolojik kazılarda bulunan çanak çömlek öncesi döneme ait fırınlar, dünyada en eski ekmeğin Yakındoğu’da yapıldığını göstermektedir. Tarımın başlamasıyla birlikte köylerin nüfusu da artmaya başlamıştır. Mellaart’dan öğrendiğimize göre, İsrail’deki Jericho’nun nüfusu 3.000, Konya’nın güneydoğusundaki Çatalhöyük’ün ise 10,000 idi. Tarım döneminde araç ve gereçler daha da çeşitlenmiş ve Orak, havan, bazalt öğütme taşları ve obsidiyenden yapılmış çeşitli aletlerin yanı sıra, Neolitik insanı ağacı da yoğun şekilde kullanmış, bakır madenini keşfetmiş ve bakırdan süs eşyaları çanak, çömlek yapmasını bilmeyen Neolitik insanı, aşağı yukarı 7.000 yıl öncesinden itibaren besinlerini pişirdiği, sakladığı ve taşıdığı kaplar başlamıştır. Yine zamanımızdan 7.000 yıl önce, Neolitik insanı yaklaşık 2.000 yıldır eti, sütü ve postundan yararlanmak için yavaş yavaş kendine alıştırdığı yabanıl sığır ve keçileri, seleksiyon yoluyla evcilleştirerek, daha çok süt, et ve daha kaliteli yün veren dayanıklı ırklar elde etmeyi başarmıştır. Evcilleştirme süreci her hayvan için aynı olmamıştır. Örneğin Hallan Çemi’de önce domuz evcilleştirilmiştir. Başlangıçta evcil hayvanı, yabanisinden ayırt etmek imkânsızken, evcil hayvanların iskelet ve dış yapılarında oluşan bariz değişmeler neticesinde, günümüzde bu ayrım çok netleşmiştir.
Başlangıçta, toprağa yarı yarıya gömülü dairesel evler inşa eden Neolitik insanı, kalabalık ailelerin yaşamasına imkân veren oda ve avlu anlayışı ile birlikte dikdörtgen plânı bulmakta gecikmemiştir. Mellaart’a göre, taş veya kerpiç temeller üzerine, kerpiç duvarlar çıkılarak yapılan evler bitişik nizamda olup, çatıları ağaç dalları ve hayvan postları ile kapatılıyordu. Evler arasında sokak yoktu ve avlular çöplük olarak kullanılıyordu. Kapının olmadığı evlere merdivenle damdan giriliyordu. Yapılan kazılar sonucunda, Malatya Cafer Höyük köyünde iki katlı, Çayönü’nde ise ızgara ya da hücre plânlı evlerle karşılaşılmıştır. Çayönü ve Aşıklı yerleşimlerinde ise kanalizasyon sistemi ve çöplerin toplanıp yakıldığı mekânlar bulunmuştur.
Neolitik çağdaki, evlerin tabanları altına çömelmiş konumda ölü gömme âdeti, tüm Neolitik çağ boyunca izlenir. Bu çağda çok tuhaf gömme âdetleri vardı. Çatalhöyük’te ölüler bir platform altına gömülüyor, bu divanların üstünde de insanlar uyuyorlardı. Bir kafatası kültü olan, insan başının gövdeden ayrı olarak özel odalarda saklanması geleneğini ise Çayönü, Jericho ve Ürdün Ain Ghazal’da görürüz. Anadolu’da bilinen en eski ölü yakma âdeti, Aşıklı’da bazı ölülerde uygulanmıştır. Daha sonra gelen Kalkolitik çağdan itibaren ölüler metropol dışındaki nekropol adı verilen kent dışı mezarlıklara gömülmeye başlamıştır. Mellaart, Çatalhöyük insanının çok sayıda Tanrı ve Tanrıça’ya sahip olduğunu söyler. Bu bağlamda Çatalhöyük’de içlerinde fresk ve kabartmalarla, küçük heykellerin bulunduğu 40 kadar tapınak bulunmuş, Urfa Nevali Çori’de ise zemini mozaikle kaplı görkemli bir tapınak ortaya çıkarılmıştır.
Başlangıçtan Neolitik çağa kadar incelemeye çalıştığımız insan türünün en belirgin yanı, olağanüstü çeşitliliğidir. Coon, insan cinsinin, yeryüzünde görüldüğü çağlardan bu yana çeşitli ırklar şeklinde farklılaştığını, Rensenberger, ırk kavramının geçerli ve işlevsel olduğunu söyler. 30.000 yıldan bu yana insan gruplarının göçü neticesinde, yoğun bir gen alışverişi yaşanmakta ve insanların biyolojik çeşitliliği kesinti olmaksızın sürmektedir. Günümüzde Amazon Ormanlarının ve Okyanusya’daki bazı izole adaların yerlileri dışında dünyamızda hemen hemen karışmayan toplum kalmamıştır. Örneğin 1800-1924 yıllan arasında 36 milyon Avrupa’lı 1845-1854 yılları arasında da 3 milyon Sarı, Beyaz ve Siyah insan Amerika’ya göç etmişlerdir. Yapılan bir değerlendirmeye göre Amerika’lı Zencilerin gen havuzunda % 20’ye yakın beyaz gen vardır. Amerikalı Beyazların gen havuzlarında ise Afrika, Avrupa ve Asya’dan gelen çeşitli toplulukların genleri vardır.
Antropologlara ve biyologlara göre ırk, aynı genetik mirası paylaşan ve aralarında üreyip çoğalan bireylerin oluşturduğu bir bütündür. Dil, din, kültür ve etnik unsurlarla ırk sınıflaması yapılamaz. Irk, milyonlarca yıl süren bir sürecin sonucunda insanoğlunun gösterdiği biyolojik ve kültürel zenginliğidir. Irksal özelliklerin önemli bir bölümü insanın içinde yaşadığı doğal çevreye yapmış olduğu biyolojik uyumun sonucudur, iklim, güneş ışınlan, deniz seviyesi ile olan yükseklik farkları ve beslenme alışkanlıkları gibi faktörler bir toplumun en az uyum sağlayan bireylerini elerken, üreyip çoğalmada ortaya çıkan farklı genlerin çoğalması o koşullara en iyi uyum sağlayan bireylerin o toplum içinde çoğalmasına ortam hazırlar.
Weiner, genetik çeşitliliğe yol açan evrimsel mekanizmaları Mutasyon, Doğal Ayıklama, Karışma ve Genetik Kayma olmak üzere 4 ana grup altında toplar. Mutasyon, tek bir genin DNA molekülündeki azot kökenli 4 bazdan birinin ya da birkaçının yer değiştirmesi, birinin diğerine eklenmesi veya ayrılması sonucu ortaya çıkar. Değişime uğrayan kromozon parçası ya da gen, yeni bir kalıtsal özelliğin kodlanmasına ve yeni genetik özelliğin gen havuzunda devam etmesine sebep olur. Üreme hücrelerinde ortaya çıkan mutasyonlar kalıtsaldır, genomdan tüm organizmaya kadar çeşitli düzeyde ortaya çıkarlar ve büyük bir bölümü organizmanın işlevine olumsuz etkide bulunur. Her kuşakta belirli bir hızda ortaya çıkan mutasyon hızı 1/100.000 gibi çok düşük orandadır.
Doğal ayıklanma sürecinin temel malzemesi mutasyonla ortaya çıkan genetik çeşitliliktir. Seçilimci avantajı olan genin, topluluk içindeki sıklığı giderek artar ve o genin belirlediği biyolojik özellik o toplumun genotipinde korunur, gen akışı yoluyla da bu genetik özellik başka yörelere yayılabilir. Ancak bu genetik özellik, bir coğrafi bölgede birey için avantajlı, bir başka bölgede yararsız ya da zararlı olabilir, her genetik özellik, her coğrafi ortamda uyumsal bir avantaj sağlamaz. Uyum sağlayamayanlar, gelecek kuşağa daha az döl bırakır, böylece giderek elenip yok olurlar.
İnsanoğlunun birbirinden farklı, son derece değişik coğrafi ortamlarda yaşayabilmesinde kültürel unsurların yanı sıra, organizmanın adaptasyon ve uyarlanma mekanizmasının da önemli payı vardır. Weiner, Relethford ve Kottak’a göre, adaptasyon, çevre koşullarının bir toplum üzerinde yarattığı seçilimci baskıdan kaynağını alan gen sıklıklarındaki değişmelerle yakından ilgilidir, insanoğlunun, çevre koşullarına kültürel açıdan yaptığı uyum davranış uyumudur. Biyolojik uyum ise fiziksel ve fizyolojik uyumdur. Örneğin, uzun zamandan beri kutup bölgelerinde yaşayan toplumların bazal metabolizma hızlarında görülen yükselme vücut için ek bir enerji kaynağıdır. Soğuğa karşı insan organizmasının gösterdiği uyumsal tepki, yüksek enerji sağlayan besin maddelerinin fazlaca tüketilmesiyle mümkün olan fizyolojik değişimin sonucudur. Soğuğa karşı koyabilen insanoğlu, sıcak ve kurak bölgelere daha da iyi uyum sağlamıştır, insan vücudundaki kıl sisteminin çok az gelişmiş olması ve yaklaşık 2 milyonu bulan ter bezleri sayesinde insan herhangi bir memeliden çok daha fazla terleme kapasitesine ve en iyi ısı ayarlama mekanizmasına sahiptir. Fizyolojik düzeyde devreye giren bu uyumsal tepki tüm insan ırkları için geçerlidir.
Kottak’a göre, çok yüksek dağlık yörelerde yaşayan insanlar, zamanla bazı morfolojik ve fizyolojik uyumlar geliştirmişlerdir. Dünya nüfusunun sadece % 1’inin yaşadığı bu yörelerde oksijen basıncı az, güneş ışınlan daha etkili, soğuk daha fazla ve rüzgârlar çok daha şiddetlidir. Bu bölgelerde sürekli yaşayan toplumların daha geniş bir akciğer kapasiteleri vardır ve alyuvarlarının sayısı ile hemoglobin miktarları oldukça yüksektir. Bu fizyolojik özellikler nedeni ile bu toplumlarda düşük ve bebek ölümleri sıkça görülür. Büyüme ve gelişme daha yavaştır. Bu yöre insanları daha kısa boyludurlar.
İklim ve yüz yapısı arasında ilişki olduğunu ileri süren araştırmacılar tarafından, Mongoloid yüz tipi sert ve soğuk iklime bünyenin yapmış olduğu en iyi uyum olarak gösterilir. Göz çukurları altında ve elmacık kemikleri üzerinde deri altı yağ tabakasının aşın gelişmesi ve çekik gözler, kar fırtınalarına ve çok soğuk iklime karşı Eskimolara önemli avantajlar kazandıran uyumsal morfolojik değişimlerdir. İklim ve deri rengi arasında da çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Deri rengini belirleyen unsurlar; deri yüzeyine yakın kısımlarda kan damarları içinde bulunan hemeglobin, ölü hücrelerin içindeki karoten ve en önemlisi de epidermdeki melanindir. Melanin, kızıl saç hariç saçlara da renk verir. Melaninin üretim hızını, hormonlann işlevi, beslenme ya da ulturaviyole ışınları etkiler. Güneş spektrumundaki ultraviyole ışınları derinin renginin koyulaşmasına neden olur. UV ışınlarının şiddeti ekvatora yaklaştıkça artar, uzaklaştıkça azalır. Bu yüzden Doğu Afrika’nın savanlık bölgelerinde yaşayan Nilotik Zencileri ve Avustralya’nın çöl bölgelerinde yaşayan yerliler çok koyu deri rengine sahiptirler. Yeryüzünün yüksek dağlık kesimleri de UV ışınlarını şiddetli alır. Öte yandan sis, duman ve kalın bulut katmanları bu ışınlan tamamen tutarlar. UV ışınlarına, derinin boynuzumsu tabakasının kalınlaşması ve renginin koyulaşması şeklinde gösterdiği uyumsal tepki neticesi, bu ışınlar derinin daha iç kısımlarına inemezler. Bu nedenle, Zencilerde deri yanıklarına ve deri kanserlerine çok az rastlanır.
Irksal farklılıklarla hastalıklar arasındaki ilişkileri yorumlayan araştırmacılara göre, bazı ırklar belirli hastalıklara daha yatkındır. Örneğin, Beyazlar çeşitli kanserlere Siyahlardan daha çok yakalanmaktadır. Gene Beyazlarda ve Sarılarda sıkça görülen trahom. Siyahlarda çok az görülmektedir. Difteri, hemofili, anjin ve mide ülseri Beyazlarda, kansızlık, nefrit ve hipertansiyon ise Siyahlarda daha yaygındır. Kanserlerin, kalp ve damar hastalıklarının ortaya çıkışında kalıtımın yanı sıra, kötü beslenme ve stresli yaşam da önemli rol oynar. Nitekim, balık ağırlıklı beslenen Eskimolarda ve Güney Afrika’lı Bantularda kalp ve damar hastalıkları çok az görülür. Arizona’da yaşayan Pima Yerlilerinde ise ABD’nin diğer bölgelerine göre dokuz kat daha fazla şeker hastalığı tespit edilmiştir.
Twiesselmann ve Harrison’a göre, büyüme ve gelişme, genetik faktörler ile doğal ve kültürel çevrenin arasındaki etkileşimle belirlenen karmaşık bir süreçtir. Örneğin, belirli bir boy uzunluğu için genetik bir potansiyele sahip olan kişi, malnütrisyon ya da bir enfeksiyon nedeniyle genomunda belirlenmiş boya ulaşamayabilir. İnsanın tüm bedensel yapısı, çevre ve genotipinin ortak ürünüdür. Çevrenin geliştirici etkisi geno-tipin kapasitesinin üzerinde bir gelişme göstermesine yol açmaz, başka bir deyişle, beslenmenin belirli ölçüde iyileşmesi, bütün topluluklarda aynı hızda bir boy artışını getirmez. Vallois’a göre, beslenme ve yaşam koşullarının iyileşmesi, tıp alanındaki gelişmeler, çalışmaya başlama yaşının ileriye alınması, toplumlararası töresel engellerin ve içevlilik alışkanlığının giderek azalması insanoğlunun biyolojik gelişmesinde son yüzyıl içinde genel bir boy ve ağırlık artışına neden olmuştur. Tanner’a göre, büyüme hızında mevsimlerin de etkisi vardır. Ağırlık artışı sonbaharda daha belirgindir, boy ise genellikle ilkbaharda daha hızlı artar.
Stratigrafi Biliminin ortaya koyduğu jeolojik bilgilere göre doğa ve dünya sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. O halde canlılar da, kendilerini bu değişim ve dönüşümlere uyarlamak zorundadırlar. Canlıları oluşturan hücreler ortaklık sistemi içinde örgütlenirken genetik kodlanmaların gereğini yerine getirmek, enerjiyi en ekonomik sekliyle depolayıp aktarmak ve yeni ortam koşullarına uygun bir yapıya ulaşmak için ard arda bir takım biyo-fizikokimyasal tepkimelerden geçerler. Örneğin, anne karnındaki insan yavrusunun parmakları arasında, önce yüzmeye alışık bir atanın parmaklan arasındaki gibi zarlar bulunurken, bu perdeyi oluşturan hücreler, daha sonra kendi-duyulmayacağından apoptoz kuralı gereğince gönüllü intihara giderler ve o perdeler ortadan kalkar. Duyu organlarının dış ortamdaki verileri algılayıp, aktardıkları beyin hücrelerinin ise ortaklıktaki diğer hücrelerden bir farkları vardır, Beyin hücreleri doğumda maksimum sayıda olup, soylarından genetik olarak aktarılan bilgilere örgütlenmişlerdir, diğer hücreler gibi yenilenemezler yani ölenlerin yerine yenileri konulamaz.
İnsan beynindeki hücrelerin örgütlenip, program devreleri oluşturmasında, gelenek ve görenekler, okullardaki öğretimlerden daha baskındır. Yaklaşık iki asırdır, beyin hücrelerinin özgür bırakılması ve dogmatik eğitim sisteminden, bilimsel eğitim sistemine geçilmesi neticesindedir ki, insanlık baş döndürücü bir bilimsel ve teknik ilerleme hızına ulaşmıştır. 2.5 milyon yıllık tarihinin ilk onda dokuzluk evresinde taş yontmaktan ileri gidemeyen insanlık, son onda birlik dilimde ateşi kontrol etmeye ve ölülerini gömmeye başlamış, son yüzde birlik dilimde mızrak, kemikten iğne, hayvan postundan çadır ve giysi yapmayı başarabilmiştir. En son beş binde birlik yani 500 yıllık zaman diliminde ise, mikroskop ve teleskoptan, elektrik ve nükleer enerjiye kadar, sayısız bilimsel buluşa imzasını atan insanoğlu büyük bir gelişim sürecine girmiştir. Kısacası, insanlığın bilgi ve beceri dağarcığı eksponansiyel şekilde artmaya başlamıştır.
Atillâ KAZANCI
07.09.2002
Kaynaklar
- Prof. Dr.Metin Özbek; Dünden Bugüne İnsan
- Prof. Dr.Nedret Gürsoy: Ortodontinin Biyolojik Temelleri
- Prof. Dr.İbrahim Veli ODAR: Anatomi
- Prof. Dr. Filiz PERKÜN: Çene Ortopedisi
- Prof. Dr. İlter UZEL: DişhekimliğiTarihi
- Charles DARWIN: Darwin Kuramı (Çeviren: Cem TAYLAN)
- Benjamin FARRINGTON: Darwin Gerçeği (Çevirenler: Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ, Doç. Dr. Yalçın İZBUL)
- Prof. Dr. İsmet GEDİK: Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişmesine: Gelişimler ve Dönüşümler (TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Yayını Mayıs 1998 sayı 52)