Giriş
Bu yazımda, evrenin oluşumu, Dünyanın evrende yerini alması, bu dünya üzerindeki canlıların ve sonunda insanın oluşumu ve bu yapı içinde insanlığın yerini incelemeye çalışacağım. Belirtilecek bütün bilimsel görüşler, bilgiler, çoğunlukla üç değerli bilim adamının çalışmalarından derlenmiştir. Birincisi, Hubert Reeves, Astrofizikçi. Gerçek bir bilgeliğe sahip, bilimle sanat, kültürle doğa arasında denge kurmaya çalışan, gizem ve güzellik karşısında şaşkınlığa düşüp büyülenme yeteneğimiz olduğunu bilen bir kişi. İkincisi, Joel de Rosnay, fen bilimleri doktoru, Fransız Bilim ve Sanayi Sitesinin yöneticisi. Organik kimyacı olarak başlamış, içindeki çağrıya uyarak canlılar ile teknolojiyi uyumlu hale getirmeye çalışmış, çağdaş bilim savunucusu ve yayıcısı olmuş. Üçüncüsü, Yves Coppens, paleontoloji uzmanı, College de France’ta profesör. Başkalarıyla birlikte, en ünlü insansı iskeleti, 3,5 milyon yaşında Lucy’yi bulan kişi. Ana kaynak olarak bu üç bilim adamının gazeteci yazar Dominique Simonnet ile yaptıkları söyleşilerin bir arada toplandığı “ La plus belle histoire du monde”, “Dünyanın en güzel Öyküsü”, adlı kitabı kullandım. Bunun üzerine Roger Lewin tarafından yazılmış, TÜBİTAK yayınlarında çıkan, “Modern İnsanın Kökeni” adlı eserden, ve diğer bazı bilimsel yayınlarından alınan bilgileri ekledim. Söyleneceklerin çoğu zaten bilinen şeylerdir. Yapmaya çalıştığım, yalnızca kendime göre bir derleme düzenlemedir. Günlük hayatın sanki hiç bitmeyen, bazen gereğinden fazla önem verdiğimiz, çoğu zaman düşünmeye zaman bırakmayan uğraşları içinde, hayata yeni anlamlar ve yeni değerler yüklemeye yardımcı olduklarını yüreğimde hissettim. Bilimselliğin ergin insana ne kadar uyduğunu, yakıştığını bir daha gördüm. Öte yandan, bilimin sınırlarına gelinebildiğini, burada sezgisel aklın devreye girmesi gereken anlarda, entelektüel kültür ve öğretilerin, nasıl yardımcı olduğunu yaşama fırsatım oldu.
Evren, Büyük Patlama (Big Bang)
Şimdi biraz geriye gidiyoruz. Bundan yaklaşık olarak 15 milyar yıl önceye. Zamanın başlangıcı olarak varsaydığımız büyük patlama ile evren oluşmaya başlıyor. Bu bizim bilebildiğimiz ilk saniyemizin başlangıcı. Sıcaklık ölçemediğimiz kadar yüksek. Fiziğin sınırları Planck sıcaklığı denilen 1032 derecedir. Evren elementer parçacıklardan oluşmuş homojen bir püre halinde. Şimdilik daha küçük parçacıklar elde etmek üzere bölünemediğini sandığımız bu parçacıklara, elektron, foton, quark, nötrino, graviton ve gluon gibi adlar veriyoruz.
Büyük Patlamadan 10 mikro saniye sonra evren, quark ve gluonlardan oluşan uçsuz bucaksız bir magma halinde. Yaklaşık 20 mikro saniye sonra sıcaklık 1012 derecenin altına düşünce, nükleer yani çekirdeksel güç devreye giriyor ve quarklar üçer üçer birleşip ilk proton ve nötronları oluşturuyorlar. Niye üçer üçer. Aslında rasgele birleşiyorlar fakat ikişer ikişer birleştiklerinde oluşan çift kararsız, hemen sönüyor, sadece üçlü bileşim dayanıklı çıkıyor. “Yukarı” tip iki quark ile “aşağı” tip bir quark bileşip Protonu, “aşağı” tip iki quark ile “yukarı” tip bir quark bileşip Nötronu oluşturuyor. Böylece maddenin özü meydana geliyor.
Evrenin ısısı sonraki 10 dakika içinde, 10 milyar dereceye düşüyor. Bu sürede çekirdeksel kuvvetlerin etkisiyle iki Nötron ile iki Proton birleşip ilk atom çekirdeği olan Helyum çekirdeğini oluşturuyor.
Bu ilk dakikalardan sonra evren artık bayağı soğumuştur. Bunun sonucu çekirdeksel kuvvetlerin etkinliği bitiyor. Evrenin o sıradaki bileşimi %75 Hidrojen, %25 Helyum çekirdeğinden oluşuyor. Artık 300.000 yıl boyunca hiçbir şey olmayacaktır.
Bu süre sonunda sıcaklık 3.000 derecenin altına düşünce, elektromanyetik kuvvet sahneye çıkıyor. Elektronları mevcut çekirdeklerin çevresinde yörüngeye sokarak ilk Hidrojen ve Helyum atomlarını yaratıyor. Böylece serbest elektronların ortadan çekilmeye başlaması evreni saydamlaştırıyor. Işık tanecikleri olan fotonlar artık kozmozdaki madde tarafından artık etkilenmez oluyor, uzayda serbestçe dolaşıp yavaş yavaş bozularak enerjiye dönüşüyorlar. Bu fotonlar bugün hala yaşlanıp bozulmuş olarak uzaydalar ve bunlara fosil ışınımı diyoruz. Halen uzayda her santimetre küpte 403 foton bulunuyor. Bundan sonra evrim ikinci kez mola veriyor. Yeniden harekete geçmesi için yüz milyon yıl beklemesi gerekecektir.
Bu süre sonunda kütlelerin çekim kuvvetleri etkisi devreye giriyor. O zamana kadar homojen olan maddede pıhtılar oluşmaya başlıyor. Elektronlar çekirdekler etrafında yakalanmış olduğundan ortam saydam ve büyük ölçekli yapıların kurulmasına serbesttir. Daha önceleri, maddenin her yoğunlaşma girişimi, fotonların elektronlara yaptığı etki yüzünden sonuçsuz kalıyordu. Şimdi artık madde galaksiler halinde yoğunlaşmayı başaracaktır.
Bu döneme kozmolojinin karanlık çağları deniyor, çünkü neler olduğunu iyi bilemiyoruz. COBE uydusundan alınan gözlemler, o sırada maddenin her noktasının aynı yoğunluk ve sıcaklıkta olmadığını, ortalamanın hafifçe üstünde olan bölgelerin o zaman, galaksiler için “tohum” rolü oynadığını göstermektedir. Bunların uyguladığı çekim kuvveti çevredeki maddenin yavaş yavaş oralara yığılmasına neden oldu. Çığ etkisiyle kütlesi büyüyerek bugün gözlemlediğimiz uzaydaki galaksilerin oluşmasına kadar sürdü.
Bizim Güneş sistemimiz, Samanyolu diye bildiğimiz bir galakside yer alır. Galaksimiz, Andromeda ve Magellan bulutu dahil, yirmi kadar galaksiden oluşan küçük bir yerel kümenin üyesidir.
Bir milyar ışık yılı ölçeğinin üzerinde evren son derece homojendir. Hemen her yeri aynı yoğunlukta madde ile doludur. Evrenin herhangi bir bölgesi, herhangi bir başka bölgesiyle tıpatıp aynıdır.
Böylece Büyük Patlamadan 100 milyon yıl sonra evren bugün bildiğimiz yüzünü gösteriyor. Galaksilerin içinde, madde, çekim kuvvetinin etkisiyle yoğunlaşarak yıldızları oluşturuyor. Bu yoğunlaşma ve sıkışma süreci sıcaklığı yükseltiyor. Böylece yıldızlar, yani güneşler, çevrelerinde sürüp gitmekte olan soğumadan yakayı kurtarmış oluyorlar. Isınıyor ve enerji yaymaya başlıyorlar. Başka deyişle yıldızlar parlamaya başlıyor.
Evren genleşmeye, galaksiler toplu olarak harekete devam ediyorlar. Bunların birbirlerinden uzaklaşmakta olduklarını gözlüyoruz. Bu hareketi oluşturan başlangıç kuvvetinin nedeni ise henüz bilinmiyor. Bu hareketin ne kadar süreceğinin kesin bir yanıtı yok. Ama ne olursa olsun, genleşmenin en az kırk milyar yıl daha süreceğini biliyoruz.
Dünyamızın oluşumuna geçmeden önce buraya kadar söylenen Büyük Patlama ve sonrası gelişmelerin nasıl olup ta bu kesinlikte ifade edilebildiğini merak edebiliriz. Bu arada, Büyük Patlama ( Big Bang) adının, durgun evren modelinin ateşli savunucusu, İngiliz astrofizikçi Fred Hoyle tarafından, bu kuramı öne sürenlere alay olsun diye verildiğini hatırlayalım. Fakat sonraları bu ad tuttu ve yerleşti. Büyük Patlama, her bilimsel kuram gibi bir dizi gözleme ve bunların sayısal değerlerini hesap yoluyla aynen verebilen Einstein’nın genel rölativite matematiksel kuramına dayanıyor.
Aslında biz uzayın sıcaklığını ölçüyoruz. Özellikle uzay sondaları sayesinde bunu büyük bir hassasiyetle yapabiliyoruz. Mutlak ölçekte bu sıcaklık 2,7160 K , yani eksi 270,20 C çıkıyor. Mutlak sıfır ise bilindiği gibi eksi 2730 C . Sıcaklıkla foton sayısı arasında basit bir matematiksel ilişki var. Hesap bize, yukarda belirtilen, 403 ad/cm3 sonucunu veriyor.
Hubble teleskopu 12 milyar ışık yılı uzaklıktaki bir galaksinin, içinde yüzdüğü ışınımın sıcaklığını ölçebildi ve 7,60 K bulundu. Bu sayı Büyük Patlama Kuramının öngördüğü değerle tam uyum içinde. Bu galaksinin ışığının bize gelinceye kadar yaptığı yolculukta sıcaklık yaklaşık 2,70 K‘ ne düşmüş oluyor.
Helyum atomları birer uzay fosilidir. Helyum atomu topluluklarının evrendeki rölatif değerleri, geçmişte en az 10 milyar derecelik bir sıcaklığa ulaştığını gösteriyor ve bu da kuram ile tam uyum içinde.
Ayrıca geceleri gökyüzünün siyah olması da evrenin sürekli evrim halinde olduğuna dolaylı bir kanıt. Bu siyahlık, yıldızların sonsuz geçmişten beri var olmayışından ileri geliyor. 15 milyar yıllık süre, gittikçe açılan evreni ışıkla doldurmaya yeterli değil.
Büyük Patlama senaryosunun da bazı zayıflıkları ve karanlık noktaları var. İleride herhalde bazı değişikliklere uğrayacak, fakat özünün korunacağı sanılıyor. Bu öz şöyle ifade edilebilir: Evren durgun ve durağan değil, gittikçe soğuyor ve seyrelip inceliyor. Madde aşamalı olarak yapılaşıyor ve gelişiyor. Kaostan düzene, yalından karmaşığa, az etkiliden çok etkiliye doğru yavaş yavaş bir gelişme, geçiş var. Evrenin tarihi, tedrici tekamüle uğrayan maddenin tarihidir dersek yanlış olmaz.
Burada bir saptama yapmak isterim. Sanılanın aksine bilim Tanrıyı ve dinleri dışlamıyor. Bilim dogmatik değildir. Büyük patlamadan önce ne vardı, niye Patlama oldu. Bunların yanıtı henüz yok. Bilim, gerçeklerin her zaman bilinenden daha karmaşık olduğunun farkındadır. Verdiğimiz çok güzel ve çok uygun adıyla Yaradan gönlümüzdeki yerini koruyabilir. Fakat bilim ne onun varlığını, ne de yokluğunu kanıtlayabilir. Bu söylem bilime yabancıdır. Bilim sadece görülebilen ve algılanabilen olgularla ilgilenir. Gerisi insan aklının sezgisine, inancına kalmıştır. Onu kendi aklında, gönlünde istediği yere oturtacaktır. Şimdiye kadar ki açıklamalardan ve bundan sonraki bilgilerden de göreceğimiz gibi Evrende her şeyin özü tektir ve aynıdır. Bütün güneş sistemleri, gezegenler ve üzerinde bizim yaşadığımız dünya, bütün canlılar ve bizler aynı bütünün birer parçacıklarıyız. Sadece her canlıda değişik kombinasyonlar var, fakat özümüzde hiç bir önemli farklılık yok. Bundan binlerce yıl önce dahi, bir kısım bilge insanlar bunu bilim yoluyla değil fakat sezgisel akıl yardımıyla fark etmiştir. O günlerde bunu açıkça herkese anlatmak yanlış ve hatta tehlikeli olduğundan, ezoterik bir eğitim sistemi içinde aşama aşama, seçilmiş bazı insanların bu gerçeğin bilincine varmasını amaçlamışlar. Bence bugün de değişen fazla bir şey yok. Bazı düşünceler artık daha rahat açıklanabilir olmasına rağmen, algılama, doğru değerlendirme ve kavrayıp özümseme için benzer aşamalardan geçilmesine hala gerek var. Erken verilen bazı bilgilerin doğru anlaşılamama ihtimali ve belki de ters bir tepki yaratma riski var. İngilizcede bir söz vardır: ”Knowledge comes but wisdom lingers”. Bunu ‘bilgi koşarak gelir fakat aklı hikmet emekliyerek gelir’ diye çevirebiliriz. Pek çok hermetik, kapalı düşünce sistemleri bunu bilerek belli aşamalar veya dereceler düzeni getirmişler. Böylece bilgilerin sadece verilmesi değil, en önemlisi kişisel yorumlarla, sezgi ve düşüncelerle sindirilmesi, özümsenmesi için uygun görülen sistematik bir süreç oluşturmuşlar.
Dünyanın Oluşumu
Galaksilerin içinde, çekim kuvvetlerinin etkisiyle maddenin yoğunlaşarak yıldızları oluşturduğunu söylemiştik. Böylece yıldızlar, maddenin oluştuğu potalar halindedir. Evren her yerde soğumasını sürdürürken, yıldızın kendi ağırlığı altında sıkışıp büzülmesiyle, onların sıcaklığı önemli ölçüde yükseliyor. Evrenin ilk saniyelerindeki parçacık bileşim süreçleri, yıldızların içinde yeniden işlemeye başlıyor. Yıldızlar sanki birer yerel küçük ‘Big Bang’ gibi davranıyorlar.
Sıcaklık yaklaşık 10 milyon dereceye yükselince, çekirdeksel güç yeniden uyanıyor, Hidrojen çekirdekleri birleşip helyum oluşturuyorlar. Bu nükleer reaksiyonlar uzaya ışık biçiminde çok büyük miktarda enerji yayarlar. Yıldız parıldamaya başlar. Sıcaklıkları evrende olduğu gibi gittikçe düşer. Bizim Güneşimizde 4.5 milyar yıldır işte böyle hidrojen yakarak parlayıp duruyor. Yıldızın kütlesi büyükse daha fazla parlar ve yakıtlarını daha erken, örneğin birkaç milyon yılda tüketir. O zaman yıldız tekrar büzülmeye başlar.
Büzülme sonucu, sıcaklık artarak 100 milyon dereceyi geçer. Bu kez hidrojen yanmasının sonucu oluşan Helyum, yakıt olarak devreye girer. O zaman bir dizi nükleer reaksiyon, daha önce görülmeyen bazı bileşimlerin ortaya çıkmasını sağlar. Üç helyum atom çekirdeği birleşip karbon çekirdeğini, dört helyum birleşip oksijen çekirdeğini oluştururlar. Böylece, milyonlarca yıl boyunca yıldızın merkezi karbon ve oksijen çekirdekleriyle dolar. Yıldızın göbeği kendi üzerine çökerken, atmosferi hızla genişleyip kızıla döner. Yıldız kızıl bir dev olur. Göbeğindeki sıcaklık bir milyar dereceyi geçince, daha ağır atom çekirdeklerini, yani demir, çinko, bakır, uranyum, kurşun ve altın gibi metalleri doğurmaya başlar. Doğada varlığını bildiğimiz, periyodik cetveldeki yaklaşık yüz adet element böylece yıldızların içinde üretilirler.
Bu süreç çok uzun sürmez, çünkü yıldızın göbeği kendi üzerine çöküp yığılır. Atomların çekirdekleri birbirlerine çarpışıp sıçrarlar. Bu dev bir şok dalgası oluşturur ve sonuçta yıldız infilak eder. İşte süper nova denilen olay budur. Uzayı bizim güneşimizin ışığının bir milyar katı kadar aydınlatan bir şimşek. Bu sırada, yıldızın göbeğinde üretip taşıdığı o elementler, saniyede on binlerce kilometre hızla uzaya saçılırlar. Sanki bir güç bu değerli maddeleri fırından yanmadan önce, tam zamanında çıkarıyormuş gibi.
Büyük kütleli yıldızların ölümü böyle olur ve arkalarında, iyice büzülüp sıkışmış, çok yoğun bir yıldızsı kalıntı bırakırlar. Bunlara nötron yıldızı veya kara delik diyoruz. Bizim Güneşimize benzer küçük yıldızların ölümü ise daha sakin ve gürültüsüz olur. İçlerinde oluşan bu maddeleri fazla şiddet kullanmadan boşaltıp birer beyaz cüce olurlar.
Saçılan bu atom çekirdekleri uzayda özgürce dolaşır ve galaksiler boyunca dağılmış büyük bulutlara karışırlar. Uzay artık büyük bir kimya laboratuarı olmuştur. Elektromanyetik kuvvetin etkisiyle, elektronlar çekirdeklerin çevresinde yörüngeye girerek atomları oluştururlar. Atomlar da gittikçe daha ağır moleküller halinde birleşirler. Oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Azotla hidrojen birleşip amonyak oluşturur. Hatta uzayda içtiğimiz alkole, yani iki karbon, bir oksijen ve altı hidrojenin bileşimi olan, etil alkol moleküllerine bile rastlanır. Bütün bunlar, daha sonra Dünyamızda canlı organizmaları meydana getirmek üzere birleşecek olan moleküllerdir. Yani biz, gerçekten yıldız tozlarından yapılmış yaratıklarız. Bu arada çok sevdiğim bir sözü tekrarlamak istiyorum. Bizler tedrici tekamülün çocukları, evrenin yurttaşlarıyız.
Bu uzaya saçılmış madde bulutları, zamanla çekim kuvvetinin etkisiyle sıkışıp, tekrar yeni yıldızların doğmasına neden olur. Bizim galaksimiz Samanyolu’nda, yılda ortalama üç yeni yıldız oluşmaktadır.
Yıldızların etrafında dolaşan bizim dünyamız gibi gezegenlerin nasıl oluştuğunu, şu anda kesin olarak bilemiyoruz. Fakat bu yıldızlar arası tozların bir nüve etrafında önce halka biçiminde bir disk haline gelip, sonrada toplaşıp birbirlerine yapışmasından oluştuğu sanılıyor. Bu toplaşma ile gittikçe büyüyen kaya niteliğinde yapılar kuruyorlar. Daha kütleli olanlar diğerlerini kendine çekiyor. Aralarındaki çarpışmalar büyük miktarda ısı enerjisi üretiyor. Buna radyoaktif atomlardan doğan enerji ekleniyor. Böylece akkor halinde bir ateş topu gibi gezegenler oluşuyor. Gezegen küçük ise, asteroidler gibi, çabucak soğuyor. Ay ve Merkür, başlangıçta ürettikleri ısıyı birkaç yüz milyon yılda dağıtıp bitirmişler. Dünyamız için daha uzun bir süre gerekmiş. Bugün bile içinde bir ateş kütlesi var. Jeolojik hareketlere, depremlere ve iklim değişikliklerine neden oluyor.
Dünyamızın, ayın ve çok sayıda göktaşının yaşları ölçüldüğünde, bulunan değerler aynı çıkıyor: 4.56 milyar yıl. Samanyolu galaksimiz yaklaşık 8 milyar yaşını doldurduğu sıralarda, Güneş sistemimizin hep birlikte ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Dünyamızı bizim sistemdeki diğer gezegenlerden ayıran özelliklerden biri, sıvı halde suya sahip tek gezegen olması. Diğerlerinde su, sadece buz veya buhar halinde. Dünyamıza suyun uzay gayzerlerinden çıkan fışkırmayla, içinde buz taşıyan kuyruklu yıldızlarla, kometlerle, geldiği anlaşılıyor. Dünyanın çekim alanı su moleküllerini yüzeyinde tutacak kadar güçlü, Güneşe uzaklığı da bunun kısmen sıvı halde kalmasına uygun. Sıvı halde su, kozmik karmaşıklığın ortaya çıkmasında birinci derecede rol oynamıştır.
Şimdi, Dünyada canlılığın oluşması sürecine geçmeden önce, ilginç bir soruyu sormak istiyorum. Eğer Tanrı, veya Doğa, veya Hakikat, veya Yaradan, bilinçli varlıklar yaratmak isteseydi, bu niyete sahip olsaydı, ne yapardı? Bu sorunun cevabını Hubert Reeves şöyle veriyor:
“Tam tamına zaten şu ana kadar yapmış olduklarını yapardı.”
Peki doğada böyle bir niyet var mı? Bilimin sınırlarını aşan bu sorunun cevabını ben de “evet” diye vermek istiyorum. Kaostan düzene, basitten karmaşığa geçiş, yaşam, bilinç ve zeka daha evrenin ilk anlarından beri potansiyel olarak vardılar. Sanki fizik yasaların yapısına, bir sevgi dalgası biçiminde kazınmışlar gibi. Bu bir zorunluluk değil fakat, olasılık olarak var gibi. Alegorik ve birazda posteriorik yani sonsal akıl yürütme ile.
Hiç durmadan değişen evrenin aksine, fizik yasaları ne uzayda ne de zamanda hiç değişmiyor. Parçacıkların, sonra da atomların ve moleküllerin birleşmesinde etkili olan ve evrendeki büyük yapıların kurulmasını sağlayan, fiziğin dört kuvvetidir: Çekirdeksel kuvvet, atom çekirdeklerindeki parçacıkları bir arada tutar, elektromanyetik kuvvet, atomun yapısının tutarlılığını sağlar, çekim kuvveti, yıldızların ve galaksilerin büyük ölçüdeki hareketlerini düzenler, zayıf kuvvet ise nötrino denilen parçacıkların düzeninde kendini gösterir. Şimdi biliyoruz ki bu kuvvetler her yerde, burada ve evrenin sınırlarında hep aynı; Büyük Patlamadan beri en küçük bir değişikliğe uğramamışlar. Geçen sene Hubble uzay teleskopundan yapılan son gözlemler bu dört kuvvete ek olarak, anti-gravite kuvveti denilen bir kuvvetin varlığı ihtimalini ortaya koydu. Aslında Einstein tarafından daha o zamanlar düşünülmüş, fakat mantıksız gelmesi yüzünden, öne sürülmemişti. Şimdi yıldızlar arası genişlemeyi en doğru açıklama imkanını sağladığı düşünülüyor.
Pekiyi, nasıl oluyor da fizik yasalarının değişmediğinden bu kadar emin olabiliyoruz? Birkaç örnek: Yakınlarda, maden mühendisleri Gabon’da, tamamen özel bir bileşime sahip bir uranyum yatağı buldular. Her belirti, bu maden filizinin çok yoğun radyasyona uğramış olduğunu gösteriyordu. Bu madende, yaklaşık 1.5 milyar yıl önce, doğal bir nükleer reaktör sanki kendiliğinden harekete geçmişti. Buradaki atom çekirdeği sayısını kendi reaktörlerimizdeki sayıyla karşılaştırmak suretiyle, o zamanki çekirdeksel gücün tam tamına bugünküyle aynı nitelik ve özellikleri taşıdığı kanıtlandı.
Mevcut spektroskoplar, uzak bir galaksiden gelen, demir atomları tarafından yayılmış fotonları yakalayıp incelememize imkan veriyor. Bunlar yaklaşık 12 milyar yıldan beri yolculuk yapan “yaşlı” fotonlar dır. Laboratuarda bunların özellikleri, demir elektrotlu bir elektrik arkı tarafından yayılan “genç” fotonlar ile karşılaştırılıyor. Sonuç: elektromanyetik kuvvet, aradaki zaman boyunca hiç bir değişime uğramamıştır. Aynı şekilde, hafif çekirdeklerin bolluğu analizi denilen bir deney, çekim kuvveti ve zayıf kuvvetin, 15 milyar yıldır hiç değişmediğini gösterdi.
Üstelik fizik yasalarının nitelikleri daha da şaşırtıcı. Cebirsel biçimleriyle sayısal değerleri sanki birbirine özellikle uydurulmuş gibi gözüküyor. Matematiksel simülasyonların gösterdiği şu: bu yasalar azıcık farklı olsalardı, evren başlangıçtaki kaos durumundan asla çıkamayacaktı ve hiç bir karmaşık yapı oluşmayacaktı, tek bir su molekülü bile.
Aynı zamanda, evrenin gelişimi sürecinde bir büyük üniformite, benzerlik var. Evren, uzayın her yerinde aynı yapıları kurdu. En uzak yıldızlarda ve galaksilerde bile, laboratuarlarımızda var olmayan tek bir atom gözlemleyemedik. Yani periyodik cetvelimizdeki elementler, evrenin temsilci bir örneğidir diyebiliriz.
Canlılığın Oluşumu
Şimdi, yüzeyinde artık sıvı halde su bulunan Dünyamıza dönüyoruz. İlk atmosferdeki karbon suda eriyip, karbonatlar ve kalkerler halinde okyanusların dibine çökebilmiş. Canlılık öncesi evrimin bu ilk aşamasında, kızıl dev yıldızlardan doğan karbon, önemli rollerden birini oynayacaktır. Karbon molekül yapıları kurmak için ideal bir atom. Dört bağı var ve bunlar canlılık için mutlaka gerekli olan hızlı birleşme ve çözülme oyunlarına imkan verecek kadar esnek. Silisyumun da dört çengeli var fakat kurduğu bağlar çok katı. Gerek bizim galaksimizde, gerek komşu galaksilerde, radyo teleskopla saptanan, dört atomdan fazla birimli moleküller hep karbon içeriyor. Bu gözlem, eğer Dünyadan başka yerlerde canlılık varsa, onlarında karbon üzerine kurulu olacağı yönünde güçlü bir dayanak oluşturuyor.
Dünyaya oluşumundan sonraki ilk milyar yıl boyunca, göktaşlarının ve kometlerin yoğun bir bombardımanı var. Bu çarpışmalar sudan başka, hatırı sayılır miktarda karmaşık molekül de getirmiştir. Bu olgu muhtemelen yaşamın ortaya çıkmasında katkıda bulunmuştur.
Bugün dahi, cansız maddelerden, moleküllerden canlılığın nasıl oluştuğunu tam ve kesin olarak bilmiyoruz. Fakat bilimsel süreç bizi bir yerlere getirdi. Araştırmalar halen devam ediyor. Darwin cansız maddenin canlılığı kendiliğinden değil, milyar yıllık süreçler içinde, yavaş yavaş doğurduğunu anlamak gerektiğini önermiştir .. Darwin, evrim kuramında unuttuğumuz bir şeyi söylemiştir. İlkel dünyada, canlılığın ortaya çıkıp, ilk hücrelerin doğmasından önce de moleküler düzeyde bir evrim yaşanmış olabilirdi. Hatta bu savını kanıtlamanın ve doğada örnekler bulmanın neden zor olduğunu da anlamıştı. Eğer bugün bir su birikintisinde evrime uygun moleküller olsaydı bile bu işi başaramazlardı. Çünkü var olan canlı türleri bunları yok ederdi. Gerçekten de canlılık bir kere ortaya çıkınca her yeri istila etti, kendi köklerini de yedi ve kendisiyle eşzamanlı olarak başka evrim tiplerinin sürmesine engel oldu.
1952 yılında, genç kimyacı Stanley Miller, yaşam öncesi koşulları laboratuarda yaratma deneyi gerçekleştirdi. Bir cam balona ilkel dünya atmosferindeki gazları-metan, azot, hidrojen, su buharı- doldurdu, biraz da karbondioksit ekledi. Okyanusa benzetmek için balonu suyla doldurdu. Enerji vermek için ısıttı ve bir hafta boyunca, şimşek ve yıldırım etkisi elde etmek üzere, içinde kıvılcımlar çaktırdı. Deney sonunda balonun dibinde kırmızı-turuncu bir çökelek belirdi. Bu madde canlılığın ana bileşenleri olan amino-asitler içeriyordu. O güne kadar, kimse bunların bu kadar basit elementlerle yaratılabileceğini düşünmeye cesaret etmemişti. Cansız madde ile canlılık arasında ilk köprü kurulmuş oluyordu.
Canlılar dünyasının iki temel özelliği vardır. Kimyasal bileşimleri karbon, hidrojen, oksijen ve azottan yapılmıştır, ve enerji kaynakları güneştir.
Canlılık, uzun zaman zannedildiği gibi, okyanuslarda değil, büyük olasılıkla, kıyılarda, sığ gölcüklerde, lagunalarda doğdu. Sonra derin sulara okyanuslara gidişi, çoğunlukla zararlı mor ötesi ışınlardan korunmak içindir. Bu ortamlarda bulunan kuvars ve balçık, uzun molekül zincirlerinin tutulmasını ve birbirlerine bağlanmasını kolaylaştırdı. Son zamanlarda yapılan deneyler, bunu doğrulamıştır. Balçıkla birlikte olunca, kimyasal bileşimlerini oluşturan maddeler, kendiliğinden birleşip, küçük “nükleik asit” zincirleri, oluşturuyor. Bunlar ileride genetik bilgileri taşıyacak olan DNA ların basit birer modeli.
Balçıktaki iyonlar, yani elektron kaybetmiş veya fazladan elektron kazanmış atomlar, çevrelerindeki maddeyi kendilerine mıknatıs gibi çekip reaksiyona itiyorlar. Günümüzdeki “oligo elementler”, yani küçük elementler de zaten ilkel okyanuslardaki bu küçük iyonların evriminin ürünüdür. Bunlar sayesinde moleküllerin birleşme süreçleri devam ediyor.
Bu kez başka bir olgu işin içine giriyor. Kimi protein molekülleri “hidrofil” (su-seven), kimileri “hidrofob” (sudan-kaçan) yapıda. O zaman bu proteinler kendi üzerlerine kıvrılıp, dış yüzeyleri su-seven, iç yüzeyleri sudan-kaçan amino-asitlerden oluşan küçük damlacıklar şeklini alıyorlar. İşte bu küçük damlacıklar veya hücreler, canlılığın, dirimin, bilinç ve zekaya kadar uzanacak evrimin temeli. Evrimin sürebilmesi için böyle hücrelerin, bir iç ve dışın oluşması kesinlikle gerekliydi.
Bu hücreler henüz canlı değil. O sıralarda bunlar akıl almaz miktarda çoğalıyorlar. Yarı geçirgen olmak gibi bir özellikleri var. Dışarıdan moleküller içeri girebiliyor. Bu sayede bu cansız hücrelerin içinde bir kimya süreci oluşabiliyor. Bu durum hücrelerin zamanla farklılaşmasına izin veriyor. Sadece, çevreyle uyum sağlayabilmiş kimyasal yapıdaki hücreler yok olmaktan kurtuluyor. Örneğin, enerji üretme yeteneği olanlar, ötekilerine üstün geliyor. İşte Darwin’in önceden söylediği doğal seçilme ve ayıklanma süreci de bu.
Bu seçilme süreci hızla devam ediyor. Kimi cansız hücreler içinde, dört molekülden oluşan ve RNA dediğimiz bir nükleik asit var. Son zamanlarda bu asidin kendi kendisinin kopyasını çıkarabilme yeteneğine sahip olduğu ispatlandı. Dolayısıyla içinde RNA bulunan bir cansız hücre ikiye bölünse, yeni bir hücre oluşumu için gereken plan veya formül bu RNA da ilkel biçimde var olacaktır. Böyle RNA’lara sahip cansız hücrelerin kendilerini güvenceye aldıkları düşünülüyor.
Canlılığın belirgin üç davranış özelliği vardır. Kendi varlığını koruyabilmesi, kendi kimyasal sürecini yönetebilmesi ve kendini çoğaltabilmesi. Bu üç özellikten biri yoksa canlılık söz konusu olamaz. Örneğin bir tuz kristali canlı değildir. kendi kendini kopyalayıp çoğalabilir, fakat enerji üretemez.
Burada ilginç bir örnek virüslerdir. Bunlar canlı ile cansız sınırındadır. Üremek için başka bir canlı hücreye ihtiyaçları vardır. Canlı hücreyi bir fotokopi makinası gibi kullanan bir tür asalaktır. Tütün yapraklarında hastalığa yol açan bir virüs üzerinde yapılan bir deney ilginç sonuç vermiştir. Bu virüsler lâboratuara alınıp kurutulursa, normal bir şeker veya tuz gibi kavanozda senelerce saklanabilecek bir kristal elde edilir. Burada virüs çoğalmaz, kımıldamaz, dışarıdan hiçbir madde almaz, yani kısacası yaşamaz. Sadece bir kristaldir. Sonra bir gün bu kristal tozun üzerine biraz su ilave edip, bir tütün yaprağına damlatın. Virüs eski gücünü tekrar kazanıp, ürkütücü bir hızla çoğalmaya başlamıştır. Tütün yaprağının üzerinde hastalık belirtileri çok geçmeden kendini gösterir. Bir ara bu özelliklerinden dolayı virüslerin, canlılığın kökeni olduğu sanıldı. Fakat bunun doğru olmadığı artık anlaşıldı. Virüsler aslında ilkel değil, tam tersine en üst düzeyde yetkinleşmiş yapılardır. Fazla yer tutan hantal üreme sistemlerini atıp, sadece en gerekli olanlara sahip olacak şekilde, yaşamsal minimum düzeylerine inmek üzere, evrime uğramış hücreler olduğu sanılıyor.
Şimdi tekrar, içinde RNA taşıyan hücremize dönelim. Bunların içindeki kimyasal mekanizma işlemeye devam ediyor. RNA iplikçikleri, ikişer ikişer sarılıp, bir çift sarmal biçiminde yapılaşıyorlar. Buna DNA diyoruz. Bu yapı çok istikrarlı. Dolayısıyla, seçilme sürecinde kendini temel yapı taşı olarak kabul ettiriyor. DNA ile proteinler arasında kimyasal diyalog başlıyor ve birbirleriyle uyuşuyorlar. Dünyadaki tüm canlı varlıkların genleri dört molekülden kurulu, çift sarmal biçiminde bükülmüş, sadece dört harften oluşan bir alfabeyle yazılmış, çok uzun sözcüklere benzeyen diziler halindedir. Bazıları kusursuz bir uygunluk içinde, ikişer ikişer birbirine geçmeli durumdadır. DNA’lar, evrenin kimyasal evrim sürecinin, mantıksal yapı taşlarıdır.
Her hücre geometrik dizi ile bölünüp hızla çoğalmaya başlar. Böylece, yaklaşık 4 milyar yıl önce oluşan ilk hücreler, 500 milyon yıl boyunca kimyasal seçilme, ayıklanma süreci yaşadıktan sonra, yıldırım hızıyla çoğalıp dünyayı istila ederler. Bu sanki bir patlama gibi kabul edilecek, oldukça kısa bir sürede gerçekleşir. O dönemde bunları yok edecek hiç bir şey yoktur. DNA nın baş yeri almasının nedeni, çok çeşitli canlı yapılar kurulmasına imkan vermesi dolayısıyla, seçilip ayıklanma sonucu, mantıken sadece DNA sayesinde çoğalanların ayakta kalmasıdır.
DNA’lı hücrelerde evrim devam eder. Önce, mayalanma mekanizmaları seçilip gelişiyor. Böyle sistemler bugün de var. Bazı bakteriler, oksijen olmadan mayalanma sürecini işletiyor ve metan ve karbondioksit gazlarını ve başka maddeleri üretiyorlar. Sonra, fotosentez ve solunum sistemleri, klorofil ve hemoglobin üzerine kurulu olarak türüyor. Bu çeşitlilik, canlılığın başlangıcında, daha ilk hücreler belirir belirmez başlıyor. Dirim, yaşam ağacı çok erken dallanıyor. Avustralya’da 3,5 milyar yaşında fotosentezci tipte bakteri fosilleri bulunmuştur.
Fotosentezci hücrelerin ürettiği oksijen, solunum yapan hücreler tarafından emiliyor, ve bir ortak yaşam durumuna geçiyorlar. Bu arada atmosferdeki oksijen, fotosentez sonucu artıyor. Yüksek katmanlarda oksijenin bir türevi olan, ozon tabakası oluşuyor. Ozon tabakası mor ötesi ışınları süzen bir filtre görevini yapıyor. Böylece ortam koruma altına alınınca çoğalma ve yayılma daha kolay gerçekleşiyor.
Bu ilkel hücreler evrim sürecinde birer çekirdek kazanıyorlar. Bunun nasıl gerçekleştiğinden emin değiliz. Öne sürülen en yeni kurama göre, bu yeni aşama garip bir “çiftleşmenin” sonucu gibi görünüyor. Bitkisel ve hayvansal hücrelerin, yani fotosentezci ve solunum hücrelerinin, içlerine giren işgalcileri bağırlarına basıp, ortak yaşam durumuna geçmelerinden türediği sanılıyor .. Bitkisel hücrede bunlar şimdi kloroplast’a, hayvansal hücrede mitokondril’e dönüşmüş durumda. Mitokondriller ilerde evrim sürecinde etkili olacak özelliklere sahiptir.
Şimdi şu soru sorulabilir. Doğada başka evrim yolları da var mıydı? Kuşkusuz doğa olabilecek tüm üreme ve metabolizma biçimlerini tanımış, her yolu denemiştir. Ama bildiğimiz biçimiyle canlılık, bütün öteki yolları ortadan kaldırmıştır. Okyanusların en derin yerlerinde, ve çok ender olarak görülen, kükürtlü magma yığıntılarının çevresinde yapılaşmış başka bir yaşam türü bugün artık biliniyor. Her şeyin sarı ve kırmızı olduğu bir tür su altı vahaları bunlar. Klorofil olmadığı için buralarda yeşil renk yok. Bakterileri, mikro hücreler, onları çok küçük balıklar, onları da daha iri balıklar yiyorlar.
Tekrar, artık çekirdekleri de oluşmuş ve çok çeşitli şekiller kazanmış olan hücrelere dönelim. Bu hücreler bir süre sonra evrime zorlanıyorlar. Topluluk halinde bulunan hücreler evrim açısından üstünlüğe sahipler. Bugün hala var olan bir amip’in davranışı, bunu anlamakta yardımcı olabilir. Bu amip bakterilerle beslenir. Besini ve suyu kesilirse bir tehlike hormonu salgılar. Bunun üzerine başka amipler onun yanında toplanıp, binden fazla amip içeren koloniler halinde yığılırlar. Ortam koşulları düzelirse ayrılıp tek başlarına devam ederler Canlılığın başlarında, bu türden bir “toplumsallaşma mantığının” rol oynamış olması akla yakındır.
Bir araya gelmeyi başarmış hücre toplulukları, bir süre sonra iş bölümüne yöneliyorlar. Bazıları sindirime, bazıları yer değiştirmeye, bazıları enerji depolamaya. Yavaş yavaş kuşaklar boyunca çoğaldıkça, içlerindeki DNA’ lar ile kendi özelliklerini torunlarına aktarmaya başlıyorlar. Böylece organ gelişimi evrimi oluşuyor.
Belki şu soru akla gelebilir. bütün bunlara rağmen hala yaşayan tek hücreli canlılar neden gruplaşmamıştır? Bunun yanıtı çok basittir: Çevrelerine iyi uyum sağlayacak özelliklere yeterince sahip olabildikleri için. Amipler ve terliksi hayvanlar bunlara örnektir. Ayrıca sularda, okyanuslarda bugün hala çok büyük sayılarda, Plankton denilen mikroskobik canlılar yaşamaya devam etmektedir. Başka bir etki olmadığı takdirde bunların yaşamı sürecektir.
Çok hücreli organizmalar, su yosunları, denizanaları, süngerler gibi en basit çok hücreli canlı örneklerinden itibaren, değişik dallarda evrimlerini sürdüreceklerdir. Mantarlar, bitkiler, böcekler, balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gibi. Fakat bu evrim sürecindeki en önemli aşama, cinselliğin bulunuşudur. Bunun sisteme nasıl girebildiği net olarak bilinmiyor. Bir görüş bunu hücrelerin birbirini yerken, başka türlerin genlerini de yapılarına alıp karıştırmasına bağlıyor. Hangi gerekçe ile olursa olsun, cinselliğin keşfi, canlılar dünyasında bir devrim yaratıyor. Cinsellik sayesinde, doğa genleri harmanlıyor ve çeşitlilikte patlama yaşanıyor. Biyolojik evrimin asıl büyük serüveni başlıyor. Doğa deneylerini, bire bir gerçek canlılar üzerinde yapıyor. Yeni gelişen bir tür, çevre koşullarına uyum sağlayamıyorsa yok oluyor. Çok sayıda bu tip deney yaşanınca, sonuçta olağanüstü çeşitlilik ortaya çıkabiliyor.
Burada başka çok önemli bir olgu kendini gösteriyor. Organizmanın içine zaman faktörü giriyor, yani yaşlanma ve ölüm. Ölüm de cinsellik kadar önemli. Doğa gelişmesini sürdürmek için ihtiyacı olan atomları, molekülleri mineral tuzlarını yeni baştan dolaşıma sokar. Büyük Patlamadan beri sayıları değişmeden kalmış olan atomları, yeniden harmanlama sürecine tabi tutar. Ölüm sayesinde canlılar dünyası kendini yenileyebilir, adeta yeniden doğar. Tüm canlı varlıklarda hücreler sürekli olarak çoğalırlar, ama kimyasal bir zaman osilatörü veya sayaçları vardır. Çoğalma işleminin sayısını 40 ila 50 arasında sınırlayan bir tür iç saat gibi çalışır. Bu sayıya ulaşınca, genlerine programlanmış olan bir mekanizma onları ölüme sevk eder. Bu kötü kaderden sadece kanserli hücreler kaçınabilir. Bunlar, uzmanlaşıp farklılaşmadan süresiz olarak çoğalmaya devam ederler. Ama bunların ölümsüzlüğü, ait oldukları organizmanın ölümüne yol açar. Yani ölüm, yaşamın zorunlu bir koşuludur, ‘canlılığın mantığı’ gereğidir. Hücreler bölündükçe, genetik mesajlarındaki hataları da tekrarlamış ve çoğaltmış olurlar. Bu hatalar birikir ve sayısı o kadar yükselir ki, organizma bozulmaya başlar, kanserleşir ve ölür. Ölüm bireyler için hoş değildir şüphesiz, fakat türlere verilmiş bir ödüldür. Türlerin “optimum performans” düzeyini korumasını sağlar.
Evrim kesintisiz devam eder. Üç büyük yenilik ortaya çıkar. Asalaklara ve virüslere karşı korunmayı sağlayan bağışıklık sistemi, biyolojik ritimlerin, çoğalmanın denetimini sağlayan hormon sistemi, ve dışarısıyla iletişimi düzenleyen sinir sistemi. İlk organizmalar dahi çoğalmak için hücrelerini koordine etmek ihtiyacındadırlar. Ancak bir kaç bin hücreden oluşan küçük bir kurtçuk bile, başına doğru bezeler halinde toplanan sinir iplikçiklerine sahiptir. Evrim ilerledikçe bu sistem gelişecek, birbirine bağlanmış nöronlardan oluşan ağ biçimini alacak ve giderek beyin halinde toparlanacaktır. Aslında, bu üç sistem, yani sinir, hormon ve bağışıklık sistemleri, canlılar sudan çıkar çıkmaz daha hızlı görülmeye başlıyor.
Canlılık, suyun kenarındaki balçıklarda başladı, atmosfer yeterli olmadığından, mor ötesi ışınlardan korunmak için çoğunlukla suda gelişti ve şimdi artık bir atmosfer oluştuktan sonra tekrar sudan çıkmaya başlıyor. Ama niye? Çünkü okyanuslarda, sığ sularda canlı türleri kum gibi kaynıyor. Rekabet amansız. Besin bulmak için karaya çıkıp, yumurtlamak için suya dönmek bazı türlere avantaj sağlıyor. Bunun bilinen ilk örneği bir tür balık. Kocaman yüzgeçli, küçük su birikintilerinde yaşayan bu balık, ara sıra böcekleri algılamak için başını sudan çıkarıyor. Kuşaklar sonra, bu türün ardılları, karada daha uzun süre kalmayı göze alıyorlar. Solungaç yapıları havadaki oksijeni alabiliyor ve gözyaşları gözlerini nemli tuttuğu için, suda olduğu gibi karada da görebiliyorlar. Art arda gelen ayıklanmalarla bu tür gelişiyor. Daha sağlam yüzgeçler ve kuyruk beliriyor. Bugün bu türün ardılları kurbağalar ve benzeri öteki çift-yaşamlılardır. Bu garip balığın gözyaşları olmasaydı belki bizler de var olmayacaktık.
Zamanla karadaki yaşam koşullarına bağlı evrim gerçekleşiyor, her şey çeşitleniyor. Sadece hayvansal yaşam değil bitkisel yaşam da aynı şekilde gelişiyor. Hayvansal canlılar arasında çevreye uyumun gereği gelişim ve özellikle beyinsel gelişim artarken niye bitkilerin bir beyin geliştirmedikleri sorulabilir. Yerlerinden kımıldamayan varlıkların, karmaşık koordinasyon mekanizmalarına ihtiyacı olmadığı için. Buna karşın bitkilerde de bir tür bağışıklık sistemi, bir iletişim sistemi, hatta sinir sistemine eşdeğer bir sistemin varlığını yeni yeni keşfetmeye başlıyoruz. Örneğin, bir çeşit bitkisel hormon, savunma mekanizmalarını harekete geçiriyor. Bazı tür olmç topluluklarında, alçak dallarını yeme tehlikesi olan hayvanlar yaklaşınca, kimi olmçlar bazı uçucu maddeler salgılıyor. Bunlar olmçtan ağaca tüm topluluğa yayılıp, protein üretiminde değişiklik yapıyor, ve yapraklara hayvanların beğenmeyeceği kötü bir tat veriyor. Böylece kendilerini korumuş oluyorlar.
Burada evrimin en çok karıştırılan konusunu tekrar etmekte fayda var. Hiç bir canlının “bulduğu” veya “geliştirdiği” bir şey yok aslında. Seçilim süreci en yeteneksizleri eliyor. Gereken bir özelliği kazanmak için mutasyona uğrama şansını elde edemeyen ölmektedir. Evrim sürecinde, aynı anda binlerce çözüm sınamadan geçer, sadece başarılı olanlar hayatta kalır. Hayatta kalmayı başaran çözümler eşyanın tabiatı gereği korunmuş olur. Çevre etkisiyle, hücre içindeki bağımsız genetik plana sahip ve değişimlere çok duyarlı olan mitrokondril DNA’lar, hücrelerin davranışını bir ölçüde etkiliyor, ama bu etki sonraki kuşaklara aynen geçmiyor. Evrim ve mutasyon olgusunda, zaman ve çok yavaş değişikliğe uğrayan kuşaklar zinciri düşünülmelidir. Kuşaklar bir birini izledikçe en zayıf ve yeteneksizler yarış dışı kalarak, ayıklanma süreci işliyor.
200 milyon yıl önce, dinozorlar gezegene egemendi. Küçük, büyük, etobur, ot obur her türlüsü tüm doğal çevreleri ele geçirmişlerdi. Fakat 65 milyon yıl önce, Meksika körfezinde bulunan Yucatan yarımadasına, 5 kilometre çapında büyük bir göktaşı düşüyor. Çarpışma öylesine şiddetli ki, gezegenin öbür tarafında da bir karşı şok yaratıyor ve magma fışkırmalarına neden oluyor. Dünya çapında bir yangın başlıyor. Duman, toz, karbondioksit tabakaları, atmosferde bir örtü yaratıyor. Buna yıldızlararası tozların da katkıda bulunmuş olabileceği son zamanlarda öne sürülmektedir. Önce korkunç bir soğuk, buzul çağı, ardından da, sera etkisiyle şiddetli bir ısınma yaşanıyor. Eskiye göre çok az canlı türü hayatta kalmayı beceriyor. Bunlar arasında artık dinozorlar yok. Fakat, Lemurgiller denilen, çok devingen, uyuma elverişli, tutucu ellere sahip canlılar var. Kaya kovuklarına sığınıyorlar ve daha sonra memelilere kadar gidecek olan, bizim de içinde bulunacağımız, soyları doğuruyorlar.
Bu arada beyin, hiç durmadan katman katman yetkinleştirmesini sürdürmüştür. Bilinen en ilkel beyin katmanı sürüngenlerdedir. Hayatta kalma, acıkma, susama, cinsel içgüdü, korku,acı gibi ilkel ve temel içgüdüleri koordine ediyor. İkinci gelişme katmanı kuşlarda; yavrulara bakma, yuva yapma, yiyecek arama ve paylaşma, ötüş, çiftleşme öncesi ‘kur yapma’ gibi kolektif mekanizmalar geliştirmesini sağlıyor. Daha sonra, üçüncü katman, yüksek maymunlarda, primatlarda ve sonunda özellikle insanda ortaya çıkan, bilinç ve zeka gibi soyut kavramları devreye sokan, korteks kabuk katmanıdır.
Evrimde saptanan bir gerçek var: Bir şey örgütleniyor, yapılaşıyor, ve varlığı basitten karmaşığa doğru, yavaş yavaş gittikçe gelişen, geliştikçe de maddeden soyutlanan bir “zeka” ya, bir “bilince” doğru <*kırp!*>ürüyor. Dünya ile aynı koşullarda gelişip, evrimleşmiş başka gezegenler varsa, oralarda da canlı varlıkların bulunması olasıdır. Ve bizlerle aralarındaki farkın da, bir devekuşuyla timsah arasındaki farktan daha büyük olmaması akla yakın geliyor. Hatta, bunların bizimle aynı evrim aşamasında bulunması ihtimali de oldukça yüksek görünüyor. Evrimde karmaşıklığa gidiş var, fakat karmaşa yok. Her şey basit ögelerin kendilerini kopyalayıp tekrarlanması ile elde edilen, karmaşık formları elde etme esasına dayanıyor. Tıpkı bilgisayar dünyasında “0” ve “1”ler den oluşan ikili bir sistemle yaratılan karmaşık düzenler gibi. Atom molekülde, molekül hücrede, hücre organizmada, organizma ise toplumda kendini tekrarlayarak gelişiyor. Beynimiz üç katmanıyla, evrimin tüm belleğini içinde saklıyor. Genlerimizde öyle. Hücrelerimizin kimyasal bileşimi, ilkel okyanustan küçük bir parça. İçinden çıktığımız ortamı içimizde saklıyoruz.
İnsan
Evrenin ve sonra Dünyamızın oluşumunu, arkasından cansız maddelerden canlılığın oluşumunu ve evrimin temel işleyiş mantığını gördükten ve anladıktan sonra, bizim, insan soyunun, ortaya çıkışı artık hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Bir kere bu mekanizma işlemeye başladı mı, sonunda insan veya benzeri bilinçli varlıklara ulaşılması bana sanki olağan, doğal ve hatta amaçlanan bir sonuç gibi geliyor.
İnsan aklı, bilimsel çalışmalara başladığından beri hep kökümüzü, insanın kaynağını bulup belirlemeye çalışmış. Darwin’in evrim kuramının yüzeysel algılanması sonucu, sadece maymundan türeme konuşulmuş. Pek çok kişiye onur kırıcı geldiği için, dinsel etkiler dışında da reddedilen, hoş karşılanmayan bir kuram olmuş. Halbuki gördüğümüz gibi, her söylediği doğru olmasa da, Darwin kuramı insan dahil, evrimin temellerini oldukça doğru açıklamaktadır.
Bugünkü bulguların ışığında saptanan, insan soyunun ilk atası özel bir tür primat’dır, yani bir yüksek maymun veya insansı maymundur. Bu tür bir yanda Afrika’nın yüksek maymunları, yani primatları, öbür yanda ön-insanlar ve sonra insanlar olmak üzere, iki soyun atasıdır. Başka bir deyişle, insan, bilimsel sınıflama tablosundaki yeri bakımından, en geniş anlamıyla özel bir maymun sayılabilir. Ama asıl özgün karakteri de zaten bu basit durumu aşmayı başarmış olmasıdır. Joel de Rosnay’in de hatırlattığı gibi, akrabalık bağlarımızı görmezlikten gelemeyiz, çünkü bunları içimizde taşıyoruz. Biyologlar, İnsan’la Şempanze’nin genetik olarak birbirine çok yakın olduğunu saptadılar. Genlerimizin yaklaşık %97’si (hatta bir başka sonuca göre %99’u) her iki türde ortak.
İnsanın ilk atası olan türün yaşı konusunda bir tarih vermede bazı zorluklar var. Biyologlar 5 milyon yıl, paleontologlar ise 15 milyon yıl diyor. Aralarında uzlaşıp, 7 milyon yıl demeyi kabul ettiler.
İnsanın atasının çıkış yeri olarak yıllar süren tartışmalardan sonra, sonunda üzerinde genelde anlaşılan, bilimsel verilere en uygun coğrafi bölge ise Afrika. Böylece çok kaynaktan değil, fakat tek kaynaktan türediğimiz konusunda da uzlaşmış durumdayız. Soyumuzun atasının vatanı olarak belirlenen bölgenin özellikleri ilginç ve evrimin bilimsel kanıtlarına, sonraki yayılma ve gelişmelere de kaynaklık ediyor.
Atamız bütün Afrika’yı kaplayan sık ormanlarda yaşarken, Doğu Afrika’ da ki “Rift vadisi” yaklaşık 7 milyon yıl önce çöküyor, bazı kenarları yükselip dik bir duvar oluşturuyor. Bu fay (kırılma) çukuru gerçekten çok büyük. Bütün Doğu Afrika’yı baştan başa geçiyor, Kızıldeniz’le ve Ürdün vadisiyle devam edip, Doğu Akdeniz’de sona eriyor. Toplam 6.000 km uzunlukta ve Tanganika Gölü’nde 4.000 metreye varan bir derinlik. Amerikalı bir astronot, Dünyanın yüzünü yaran bu dev yara izinin Ay’dan bile göründüğünü söylemiştir.
Bu yer hareketiyle birlikte, iklim altüst oldu. Yağmurlar batı yakasını sulamaya devam etti, ama söz konusu duvar silsilesinin ardına düşen doğu kesiminde kuraklık başladı. Ormanlar geriledi, bitki örtüsü değişime uğradı. Böylece atalarımız iki ayrı topluluğa ayrıldı. Fay hattının batısında kalanlar olmçlardaki yaşamlarını sürdürdüler, ama doğusunda mahsur kalanlar önce savan, sonra da step ortamıyla karşılaştılar. Böylece batı yakasında kalanlar, bugünkü yüksek maymunların, şempanze ve gorillerin ataları oldular. Doğu yakasındakiler ise, ön-insanların, sonra da insanların.
Bugüne kadar toplanabilen yaklaşık 2.000 insan ve ön-insan kalıntısının hepsi de bu söz edilen doğu yakasında, portakal dilimi biçimindeki bölgede bulundu. Burada tek bir goril veya şempanze kemiği bile bulunamadı. Burası adeta bizim beşiğimiz.
Bugün bizi karakterize eden bütün özellikler, dik duruşumuz, omnivor oluşumuz, yani her şeyi yiyebilen beslenme biçimimiz, beynimizin gelişimi, aletlerin icadı, bütün bunlar, daha kurak bir ortama uyum sürecinin sonuçları. Atalarımızdan küçük bir grup, bu yeni ortamda başarılı olması açısından üstünlük sayılacak karakterlere genetik mütasyon nedeniyle sahip olunca, daha uzun yaşıyor ve zamanla aynı özelliklere sahip daha kalabalık yeni kuşaklar doğurabiliyorlar. Doğal seçilim ve ayıklanma mekanizmasının tipik bir örneği yaşanıyor.
Burada ilk ayağa kalkan, dik durabilenler henüz tamamıyla insan değil, arkaik veya ön-insan denilebilir. En eski fosilleri 7 milyon yıl öncesinden çıkıyor. Uzun zaman tek bir tür bulunduğu sanıldı. Gerçekte 7 milyon yıldan 1 milyon yıl öncesine kadar Afrika’nın bu bölgesinde tam bir türler patlaması yaşandı. Elimizdeki bu döneme ait ön-insan fosillerine en iyi örnek “Lucy”. Etiopya’nın Afar bölgesinde bulunan, yaklaşık 3.5 milyon yaşında genç bir dişi iskeleti. 1974 yılında bulunduğu sırada dillerde olan Beatles’ın “Lucy in the sky with diamonds” şarkısından esinlenerek bu ad verilmiş. Boyu yaklaşık bir metre, hafif kambur. İki ayaklı olmasına rağmen olmçlara tırmanabilme özelliği de var. Elleri nesneleri tutabilecek gibi. Dile uygun yapısı yok. Fakat bunun bizim atalarımızın tek ve en iyi örneği olmadığını hatırlayalım. İletişimde dilin kullanımı 3 milyon yıl önce ortaya çıkan başka bir yaratıkla gerçekleşecektir. Buna artık insan diyoruz. İnsan, ona konuşma yeteneği veren, alçak konumda bir hançereye sahip tek omurgalı yaratıktır.
3 milyon yıl önce, doğal çevrede arkaik ön-insanlar, ön-insanlar ve nihayet insan soyunun ilk örnekleri bir arada yaşıyorlardı. İlk insanları üç tip halinde sınıflamak adet olmuştu: Homo habilis, homo erectus ve homo sapien. Son zamanlarda başkaları da bulundu: Homo rudolfensis ve homo ergaster gibi. Bütün bunların ayrı türler olduğu da kesin değil. Yves Coppens’ e göre bunlar düzgün bir evrim süreci yaşayan aynı türün evriminin çeşitli aşamalarından başka bir şey değil. Yani tek bir insan soyu söz konusu.
İlk insanlar yaklaşık 20-30 kişilik gruplar halinde yaşıyorlar. Daha kalabalık olunca, oğul verme yoluyla küçük bir grup, ana gruptan ayrılıp, geçimini başka yerlerde aramaya çıkıyor. Bugün Grönland’da yaşayan avcı Inuit kabilelerinde de benzer hareketler gözlenmiştir. Nüfusları hızla artan ilk insanlar, kuşak başına 35-50 km yol alarak, Dünya’ya yayılmaya başlıyorlar. Bu hızla Doğu Afrika’daki beşiklerinden örneğin Avrupa’ya gitmeleri 15 bin yıldan az bir süre alır. Tarihimizin bütünü içinde bu, bir anlık bir süredir. İlk insanlar Afrika’daki beşiklerinden çıkarak Uzakdoğu ve Uzak batıya kadar yayılacaktır. Buralarda da 2 milyon yıllık fosiller ve yontulmuş taş parçaları bulundu. Öyle görünüyor ki, Doğu Afrika’da türlerin yaptığı patlamadan sonra, Dünyaya yayılan tür artık bire inmiş. Ortada hep aynı insan türü var, sadece birbirini izleyen evrim aşamalarına göre onlara farklı adlar takılıyor: habilis, erectus, sapien gibi.
Ateşin bulunması 500 bin yıl öncelere doğru, homo erectus tarafından gerçekleştirilmiş. Aslına bakılırsa ateş daha önce de evcilleştirilebilirdi. Ateşe egemen olunmasının, yumuşak vuruş ile bir başka taş vurma tekniğinin bulunmasıyla aynı zamana gelmesi rastlantı değil. Belki kafası daha iyi çalışan kimi bireyler, taş yontmanın daha iyi ve etkili yöntemini daha önce de bulmuşlardı. Fakat, bugün de geçerli olduğu gibi, o zamanın insanları, anlamaya hazır olmadıkları bir yeniliğin bulucusuna kulak asmamış olabilirler. Yeni bir fikrin uygulamaya konulup yayılması için, toplumun bütünün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir.
Doğu Afrika’daki taş yatakların incelenmesi, yaklaşık 100 bin yıl önce bir dönüm noktasına gelindiğini gösteriyor. O andan itibaren kültürel değişimler, anatomik değişikliğin yerini alıyor. Evrim, çevrenin zorlamalarını karşılayacak yeni çareler buluyor. Kazanılmış özellikler üstün geliyor. Homo erectus’tan homo sapiens’e dönüşüm, Asya ve Afrika’da adım adım ve düzgün bir süreç halinde gerçekleşiyor. Modern insanı, bizi temsil eden Homo sapiens örneği, verilen adıyla, sapien sapien veya ilk bulunduğu mağaranın ismiyle anılan, Cro-Magnon insanıdır. Afrika ve Asya’da kendi evrimini geçirdikten sonra 40 bin yıl önce Avrupa’ya geliyor. Bu düzgün sürecin bir istisnası var: Avrupa’da Neandertal adamı.
2.5 milyon yıl önce, Avrupa’ya yayılmış bir Homo habilisten türemiş olabilir. Art arda gelen buzul çağları yüzünden, bu kıta Alp dağları ve Kuzey buzluklarıyla Dünyadan yalıtılmış bir ada haline gelmişti. Bir adanın canlılık yapısının zamanla farklılaştığı bilinir. Ada ne kadar eskiyse farklılık o kadar artar. İşte Neandertal adamı böyle bir genetik sapmadan doğabilir. Bu adama ait fosiller Avrupa’da ilk bulunduğunda, şok yarattı. Alnı ve çenesi hemen hemen olmayan, suratı kabarcıklarla dolu, göz yuvalarının üstü adeta bir güneş siperliği şeklinde aşırı gelişmiş kaşlı, çok çirkin bir yaratık. Avrupa kendi atası sandığı bu tipi daha iyi bir yere oturtmak istiyordu. Sonra bu tipin sıradışı bir yaratık olduğu anlaşıldı. Neandertal adamı 2,5 milyon yıldan 35 bin yıl önceye kadar, bir ara sapiens ve hatta Cro-Magnon ile beraber yaşadı.
Bu tiplerin uzun süreler beraber yaşaması gerçeği önce zor algılandı. Birincisi barbar, ikincisi sözüm ona uygar görüldü. Gerçekte iki tür birbirine çok yakın. Aynı yerleşim bölgelerini sırayla kullanıyorlar, aletleri ve yaşam biçimleri de birbirlerine çok benziyor. Neandertal becerikli ve yaratıcı. Gelişmiş bir dili var, ölülerini gömüyor, kaval, düdük gibi bazı müzik aletlerini yapıyor, sadece zevk için bazı nesneleri biriktiriyor. İki tipin birbirine karışıp karışmadığı bilinmiyor. Bunu gösterecek hiç bir fosil bulunamadı. Karışmamış olmaları daha kuvvetli ihtimal görülüyor. Fransa’nın güney- batısında bir mağara var. Burada en altta bir Neandertal katmanı, sonra bir Cro-Magnon katmanı, ardından tekrar bir Neandertal ve bir Cro-Magnon katmanı saptandı. Sanki dönemsel olarak burayı sırayla kullanmışlar ya da zorla birbirlerinin elinden almışlar gibi. Aslında aralarında gerçek bir büyük savaş olduğu sanılmıyor. Cro-Magnon biyolojik ve kültürel bakımdan ondan biraz daha iyi donanımlı. Neandertal adamın ortadan çekilişi, bugün iyi bilinen, Ezra Zubrow adlı bilim adamı tarafından geliştirilen “Toplumların Tükenişi” modeline bağlanıyor. Bu modele göre, rekabetçi toplumlar arasında şiddet gözardı edilemez fakat, aralarında bir savaş olmadan da, ölüm oranları artışı, ortalama yaş hadleri gibi demografik hareket ve ilişkilerle toplumların oldukça kısa sürelerde tükenmesi mümkündür. Dolayısıyla, insanın kökeni araştırılırken akla takılan bir soru da kısmen cevaplanmış oluyor. Modern insanı temsil eden Homo Sapien, yaklaşık 100 bin yıl önce, evrim sonucu ortaya çıktı da, diğer arkaik veya ön-insanlara ne oldu? Onların zaman içinde ya şiddetle veya kendiliklerinden, toplumsal tükenişe girip, tümüyle yok olmaları, kuvvetli ihtimal. Mitokondril ve nükleer DNA analizlerine dayalı bulgular hep bu doğrultuda çıkıyor.
Cro-Magnon veya Homo Sapiens insanı artık her yönde ilerliyor. Kristof Kolomb’tan yaklaşık 100 bin yıl önce, o zaman bitişik olan Bering boğazı yoluyla Amerika’ya, hatta en az 60 bin yıl önce Avustralya’ya gidiyor. İnsanın gelişiminde, Neandertal’den Homo Sapien’e kadar anatomik bakımdan bir kesintiye karşın, kültür konusunda gerçek bir süreklilik gözleniyor. Bilinç ve onun sonucu olan sembolik ve soyut düşünce, kuşaklar boyu yavaş yavaş gelişiyor. Nüfus da hızla artıyor. 3 milyon yıl önce Afrika’da 150 bin insan yaşadığı sanılıyor. 2 milyon yıl önce tüm Dünyada ancak bir iki milyon insan var. Sayılarının 20 milyona yükselişi ise ancak 10 bin yıl önce gerçekleşiyor. 200 yıl önce 1 milyar, bugün ise yaklaşık 6 milyar nüfusa ulaştık. Bundan sonra ne olacağı, ne olması gerektiği, var olan tehlikeleri ve gelecek için sorumluluklarımızı, ayrı bir çalışma içinde incelemek daha uygun olacaktır. Şimdilik şu soruya kısa bir yanıt vererek bu çalışmayı bitirmek istiyorum.
Kimiz ve Neredeyiz?
İnsanı nasıl tanımlamak doğru olur? İnsanı, bilinçle, sevgiyle ve heyecanla tanımlamak doğru olur. İnsanın özgüllüğünün, yani kendine has yapısının temeli belki de, yüksek düşünme düzeyinde yer alan ölüm bilinci. Her bireyin biricik ve yeri doldurulamaz olduğunu, bir canlının yok olmasının geri döndürülemez bir dram olduğunu fark etmiş olmak. Kuşkusuz bu öz-bilinç, çevre ve zaman hakkındaki bilinci de kapsıyor. Gördüğümüz gibi, hepimiz Afrika kökenliyiz, aynı beşikten geldik. Bunun bizi kardeşlik bilincine <*kırp!*>ürmesi ne iyi olurdu. Unutmamamız gereken, doğaya ve doğuştan gelen determinizme karşı verdiğimiz uzun mücadelemiz, kendi kültürümüzü kabul ettirerek, yavaş yavaş hayvanlar aleminden sıyrıldığımızdır. Bugün oldukça özgürüz. Kendi genlerimizle oynayabiliyor, tüp bebekler üretiyoruz. Fakat aynı zamanda çok zayıf ve tehlikelere açığız. Yavrularımızdan biri, toplumdan uzakta büyümeye kalksaydı, tamamen çaresiz kalır, hiç bir şey öğrenemezdi. Bugün bize insanlık onurumuzu ve sorumluluğumuzu veren bu narin ve kırılgan özgürlüğü kazanabilmemiz için, bu uzun evrim süreci gerekli olmuştur.Eğer bugün de kozmik, hayvansal ve insansal kökenlerimizi araştırıp sorguluyorsak, bunu o köklerden daha iyi sıyrılıp yükselmek için yapıyoruz. Tedrici tekamül dediğimiz, yavaş yavaş fakat sürekli gelişim ile bir üst aşamaya doğru yolculuğumuz sürüyor.
Gezegenimizin bugüne kadar ki 4,5 milyar yıllık ömrünü bir güne yani 24 saate indirger ve tam gece yarısı saat 24:00 de, doğduğunu varsayarsak, canlılık sabahın 05:00’ine doğru ortaya çıkacak ve bütün gün gelişimini sürdürecektir. Bu ölçekte dinozorlar saat 23:00’te meydana gelip 23.40’ta yok olacaktır. Bizim atalarımız ise günün sonundan önceki son 5 dakikada, 23:55’te, ortaya çıkarlar. Homo sapiens veya Cro-magnon aşamasına ancak son dakikada ulaşırlar. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin sahneye çıkışı ise yalnızca saniyenin yüzde biri kadar bir süre önce başlamıştır. Bu ölçekte, dünyamızın kalan 4,5 milyar yıllık ömrü düşünülürse, önümüzde koca bir gün daha var. Gelecekte, başka güneş sistemine bağlı herhangi bir gezegene yolculuk yapabileceğimizi varsayarsak, evren yok olmadan önce, bu ölçekte, en az bir haftalık süreye daha sahibiz. Kararlı, kuvvetli, kudretli, çalışkan ve samimi olursak, kuşaklar boyunca amacımıza ulaşabiliriz.
İbrahim ERENTAY
29.06.2001
Kaynak:
Reblogged this on TLPYGT and commented:
DÜŞÜNÜN BİRAZ…