Darwin’e Doğru..


Aydınlanma döneminin en parlak son on yılında zaman kavramının prangaları yavaş yavaş kırılmaya başladı. “Zamanda yolculuğa” çıkan üç biliminsanı James Hutton (1726 – 1797) , William Smith (1769-1839) ve Baron Georges Cuvier (1769 – 1832) zamanın gizlerini çözen biliminsanları olarak anılacaktı. Bu üç biliminsanı zamanda yolculuğa çıkmıştı ancak herbirinin elindeki veri, tıpkı bir korsanın üç parçaya bölünmüş define haritası gibi, zaman gerçeğinin yalnızca bir parçasını yansıtıyordu.

***

Ve bu bilimciler aynı dönemde yaşamış olmalarına karşın, ne yazık ki, Avrupa’nın herhangi bir tavernasında aynı bir masanın çevresine oturup, parçaları birleştirip, Mary Hopkins’in o ünlü taverna şarkısına benzer bir şarkıyı birlikte söyleyemediler : “Once upon a time there was a tavern ; where we used to raise a glass or two” ( : Bir zamanlar bir iki kadeh parlattığımız bir taverna vardı”).

James Hutton

Newtoncu dünya görüşünün çok etkili olduğu dönemde, o entellektüel havayı
soluyan James Hutton , Newton’un kozmik makinesinin düzenliliğini, kendi kendini
ayarlama yeteneğini Yer’e uyguladı. Gökbilimcilerin şaşmaz yasalarla işleyen kozmik
makinesini James Hutton da Yer’de yaratmıştı. Ancak onun bir şanssızlığı vardı;
gökyüzünde gerçekleşmesine izin verilen şey Yer’de hala “zındıklık” olarak
algılanıyordu !

Hutton’dan önce Yer’in kara parçalarının yapısı üzerine kafa yoran hemen hemen
herkes, bu yapıların “Nuh tufanınca” belirlendiğine inanıyordu. Denizlerden uzak kara
parçalarında hatta dağların tepelerinde bulunan kabuklu deniz hayvanlarının fosilleri,
buzul yataklarında buzul devinimleriyle yuvarlak biçimlere cilalanmış olan çakıl taşları
vb. tufanın becerisi olarak yorumlanıyordu. Hutton ise, Yer kabuğunun dinamik
kuvvetlerinin Yer kabuğunda gerilme, basınç ve kesme kuvvetleri yarattığına ve bu
kuvvetlerin okyanus yataklarındaki kara parçalarını yeni kıtalar oluşmak üzere su üstüne
çıkarırken, su üstündeki kara parçalarının da yağmur, don olayı, rüzgar ve akarsularla
erozyona uğrayarak parçalanıp ufalandığına dikkat çekiyordu.

Theory of the Earth adlı kitabında Hutton, Newtoncu bir coşkuyla okuruna,
“eğer aşınmış olanı yeniden onarıcı üretken kuvvetler olmasaydı, rüzgar, don ve akar
suların yıkıcı etkileri kıtaları eninde sonunda dümdüz edecekti. Ancak biliyoruz ki, bu
onarıcı ve üretici kuvvetler okyanusların ölçülemeyecek denli derinliklerinde yeni
kıtaların ve dağların temelini atmaktadır”. Hutton’ın bu betimlemelerinde Aydınlanma
çağının etkileri ve Newtoncu özdevimli makinenin Yer’e uygulanmasındaki coşkusu
gözlenmektedir. Yer katmanları üzerine yaptığı uzun ve dikkatli çalışmalar ve çökelti
kayalarla volkanik kayalar arasındaki farkın incelenmesinden türettiği bilgiler, onarıcı
kuvvetin Yer’in iç ısısı olduğuna işaret ediyordu. Etkin yanardağlar Hutton’ın, “bu
kuvvetin yeni kara parçalarının ve sıradağların oluşmasındaki üretici kuvvet olduğu”
savını doğruluyordu. Onun bu görüşleri aynı zamanda, Aydınlanma Çağının, gözlenen
olayları doğaüstü veya yıkıcı kaprisli güçlerle açıklanmasına karşı gösterdiği tepkinin
boyutlarını da yansıtıyordu.

Böylece batı insanının çevreninden, Romalı düşünürlerin ileri sürdüğü ama
zamanla unutulan, “zamanın sınırsızlığı ve sonsuzluğu” düşüncesi yeniden doğuyordu.
Kitabının son tümcesinde Hutton, “Yapmış olduğumuz araştırmalar zamanın ne
başlangıcının ne de sonunun olduğuna ilişkin bir ipucu sunmaktadır” saptamasını
yapıyordu.

Hutton’ın “zamanı” sınırsız ve sonsuz ancak çevrimsel bir zamandır; bu da onun
değerli çalışmalarının eksik yanını oluşturur. Hutton’ın “özdevimli dünya makinesi”ne
esin kaynağı olan Newton yasaları, gezegen yörüngelerinin ortalama bir değer çevresinde
küçük dalgalanmalar sergileyeceğini ancak bu küçük dalgalanmaların Güneş dizgesinin
kararlılığını bozmayacağını söyler. Bu gökbilim gerçekleri, Hutton’ın organik
dönüşümlere ve geçmiş dönemlerin bitki ve hayvanlar dünyasına ilgisiz kalmasına neden
olmuştur. Gökbilimden aldığı “kararlılık” kavramına çok fazla bağlı kalarak canlıların da
çağlar boyunca bu kararlılığı göstereceğini, organik dönüşümlere uğramayacaklarını
düşünmüştir. O dönemde incelenmeye başlanan deniz canlı türlerinin fosillerindeki
değişikliklerin belli belirsiz oluşu, onun canlı türlerinin “kararlılığı” konusundaki
görüşünü pekiştirmiştir.

William Smith

Zamana ilişkin “korsan haritasının” ikinci parçası William Smith’in elindeydi.
James Hutton’ın okyanusların dibinden su üstüne çıkardığı kara parçaları katmanlaşmalar
sergiliyordu. 1695 yılında James Woodward, 1749 lu yıllarda da Comte de Buffon
katmanların yaşını bulmak için fosillerden yararlanılabileceğine dikkat çekmişlerdi.
Ancak bu çalışmalar, içerdiği organik fosillerden çok kayaların doğası üzerine
yoğunlaşmıştı. Smith yeni bir yaklaşımla kaya katmanlarının içerdikleri fosillerle tanı
kazanabileceklerini savundu. Bunun yanısıra, “üstüste yeralan katmanlar içinde en altta
olan en eskidir” gibisinden, son derece basit bir ilke benimsedi!

Bir kadastro mühendisi olan William Smith yaşamı boyunca, İngiltere’deki kömür
yataklarının bulunması, bataklıkların kurutulması, çıkarılan kömürün endüstri kentlerine
en ekonomik yoldan taşınabilmesi için kanalların açılması gibi işlerde çalıştı. “Katman”
Smith olarak anılan bu mühendis, olağanüstü bir gözlem gücüyle herbir katmanın değişik
organik içeriğe sahip olduğunu gösterdi. Büyük bir olasılıkla yapmış olduğu bulgunun
ayırdında değildi ancak yaşamın tarihini bulmuştu. Çökelti kayalarını fiziksel özellikleri
temelinde sınıflayamamanın sıkıntısını çekerken, değişik katmanlardaki organik izlerin
birbirinden farklı olduğunu saptadı. Ancak aynı zamanda saptadığı şey, yaşamın
kendisini çağlar boyunca sürekli ve tanısı kolaylıkla yapılabilir bir biçimde değiştirdiği
gerçeğiydi.

Yer’in oluşumunu açıklamaya çalışan katastrofik görüşleri yadsımış olmasına
karşın, yaşadığı dönemin tutuculuğu, arkadaş çevresinden duyumsadığı baskılar ve kişisel
eğilimi sonucunda, “Yer’in geçmişinde bilemediğimiz yanların olduğu” görüşünü
savunmaya başladı: “Fosiller yardımıyla geçmişe, doğaüstü olayların gerçekleştiği
dönemlere gidiyoruz”. Aslında bu sözler, 19. Yüzyılın başlarında giderek baskın duruma
gelen bilimsel eğilimi yansıtıyordu. Bilimle, fosillerle ilgilenen ancak dinsel tutuculuğu
da korumak isteyen bir eğilimdi bu!

Bugün katastrofik yerbilimci olarak tanımlanabilecek olan Smith yaşadığı
dönemde bilimin dikkatini katmanlara ve bu katmanlardaki fosillere çekebilmişti. Smith
evrimci düşünemedi belki ama zamanın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu onadı. Onun
“zamanı” da Hutton’ınkine benziyordu. Ancak Smith’in zamanı, sokaktaki adam için
soyut bir zaman kavramı olmaktan çıkmıştı. Doğa, Yer katmanları içinde “fosil canlı
organizmalar” sergisi açmış, geçmiş yaşamın özgün ve öngörülemez biçimlerini
sergiliyordu.

Nesli tükenmiş olan yaşam üzerine yapılan çalışmalar artık Yer’in kayalarına
ayrılamaz bir biçimde bağlanmıştı. Geçmişe inen merdiven oluşturulmuştu. Bundan
böyle, Yer’in kayalarında sergilediği öyküye bakılmaksızın, bugün yaşamda olan
herhangi bir canlının filogenetik incelenmesi olanaksızdı. 1831 yılında London
Geological Society, “zamanda geriye doğru yolculuğu” olası kıldığını onayarak Smith’e
Wollaston Medalini verdi.

Baron Georges Cuvier

Zamana iliţkin “korsan haritasının” son parçası Cuvier’nin elindeydi. Hutton ve
Smith fiziksel yerbilimciydi. Omurgalılar taşbiliminin kurucusu olan Cuvier ise
karşılaştırmalı anatomistti. Kabuklu deniz hayvanlarının fosilleri bir bütün olarak
bulunabiliyorken kara omurgalılarının fosilleri çoğunlukla un ufak olmuş, ancak bir ya da
iki kemiği işe yarar durumda bulunuyordu. Doğa, ölü olanı korumakla ilgilenmiyordu;
onun amacı, bileşenlerini, yaşam yolunda yeni yolculuklara hazırlamaktı. Bulunan küçük
bir parçadan nesli tükenmiş olan canlının tanısını yapmak ve günümüzde yaşayan bir
canlıyla filogenetik ilişkisini kurmak son derece önemliydi. Cuvier işte bu sanatı doruk
noktasına ulaştırdı ve bu beceri bugün bizim kültürümüzün bir parçası oldu.

18. yüzyıla girilirken Scala naturae (varlıklar zinciri) adlı Platocu doktrin
canlıların belli bir “plana” göre oluştuğunu ileri sürüyordu. Bu plan, çok çeşitli türlere
sahip olmasına karşın tüm canlıların ortak bir fiziksel kökene sahip olduğunu
savunuyordu. Cuvier bu “planı” geçmişi araştıran bir yönteme dönüştürmeden önce bir
dizi gelişmeler oldu. 1) Avrupa kıtasında dikkatler deniz kabuklarından omurgalıların
kemiklerine kayıyordu; 2) Smith, fosillerin katman dizileriyle iliţkisini kurunca, insanlar,
hemen hemen tekdüze bir biçim sergileyen omurgasız deniz kabuklarıyla eşzamanlı
yaşayan kara canlılarının türünü merak etmeye başladı; 3) Sürekli artan coğrafi
bilgilere koşut olarak, “büyük omurgalıların Yer’in uzak köşelerinde gizli kalmış
olabileceği” inancı iyice zayıfladı. Canlıların neslinin tükenebileceği gerçeği onandı; 4)
Paris Havzasındaki kaya oluşumları üzerine yoğun çalışmalar sürdürülüyordu. Çok
sayıda katman ve bu katmanlarda nesli tükenmiş değişik fosiller bulunuyordu.

Kemik yığınlarından nesli tükenmiş canlıların iskeletini oluşturmak görevi
Cuvier’nindi. Bu usta anatomist, nesli tükenmiş olan bir uçan sürüngeni yeniden
“canlandırdı” ve çağcıl insanın görüşüne sundu. Pterodactyls adı verilen bu sürüngen
omurgalılar kendilerini uçmaya uyarlamıştı. Yapısal olarak açık bir biçimde günümüz
sürüngenleriyle ilişkiliydi.

Uzun bir uğraştan sonra Cuvier “korsan haritasının” son parçasını Hutton ve
Smith’in parçalarının yanına uygun bir biçimde yerleştirdi. Cuvier’nin diğer iki başarısı
da Darwin’in evrimci kuramının önündeki engelleri temizleyecekti. Birincisi, Cuvier,
Varlıklar Zinciri adlı hipotezi tamamiyle yadsımıştı. Grupların birbirinden ıraksayan
anatomik örgütlenmeleri, onların bir tek dizinin öğeleri olamayacağına işaret ediyordu.
Cuvier hayvanları dört büyük grupta topladı: Vertebrata, Mollusca, Articulata, Radiata.
Dördüncü grup daha sonra yapılan çalışmalar sonunda büyük değişikliklere uğradı.
Ancak burada esas vurgu, Cuvier’nin hayvanların taksonomik sınıflamasına getirdiği
iyileştirmeler üzerine olmalıdır. Daha da önemlisi, kendisi ayırdına varamamış olmasına
karşın, Varlıklar Zinciri hipotezi yandaşlarının savunduğunun tersine, yaşamda yalnızca
bir tek “dizi” olmayıp, birden çok merdivenin bulunduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır.

Cuvier evrim düşüncesini onamadı çünkü evrimci yaklaşımın Varlıklar Zinciri
hipotezinin biraz daha “süslü” biçimi olduğunu düşünüyordu. Bugün şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz ki, Cuvier, ıraksak evrim kavramına götüren yolu açmıştır. Diğer bir
deyişle, artık hiç kimse, varlıklar dizisinin bilmem kaçıncı basamağındaki solucana,
dizinin son basamağındaki insana ulaşmaya çabalayan bir yaratık gözüyle
bakamayacaktı.

İkincisi, 19. Yüzyılda karşımıza evrim kuramı olarak çıkacak olan “dirimsel dizi”
hipotezinin geliştirilmesine verilen dürtü Cuvier’nin bulgularından gelmişti. Yazılarının
arasında yeralan şu saptama hem döneminin katastrofik-entellektüel havasını hem de
bilimsel yöntemini çok güzel yansıtıyor: “Nesli tükenmiş ve yaşamakta olan canlılar
arasındaki filogenetik ilişkiler, doğa felsefesinin genel ilkelerinden bağımsız olarak,
tamamen gözlemlerden türetilecektir”.

Kemik , Katman, Pastoral

Bir kemik Cuvier için asla “yalnızca bir kemik” olmadı. Çünkü girintileri ve
çıkıntılarıyla, boyuyla ve kalınlığıyla o “yalnız” kemik, diğer kemik ve organlarla
uyumlu bir birliktelik sonucunda ortaya çıkmış olan örgütlü bir varlığın öyküsünü
anlatıyordu. Cuvier için bir tek diş, pençenin nasıl olması gerektiğine; bir tek tırnak,
kürek kemiğinin ne denli yaygın olduğuna işaret ediyordu.

Dağları, ovaları, nehir ve ormanlarıyla bir kara parçası da Hutton için asla bir
zamanlar oluşmuş ve unutulmuş “yalnızca kırsal bir kesim” olmadı. O kırsal kesim,
yazımı süren yaşam öyküsünün yalnızca bir sayfasıydı; üstelik yazılan da öz yaşam
öyküsüydü. Sahneyi, buzlanmalar, çağlar boyunca esen tatlı meltemler, yeraltı tanrısı
plütonyum ve kızlarının saldığı ısı, dere kenarında büyüyen ve bir parça toprağı
sürüklenip gitmekten koruyan ot parçaları yazıyordu. Kırsal kesim doğaldı; katastrofik
4olaylarla veya gazaba gelmiş bir “doğaüstü kaprisli güç” tarafından değil, bir yandan
aşındıran diğer yandan da yenilerini üreten kuvvetlerin karşılıklı etkileşimiyle
oluşuyordu.

Benzer biçimde bir katman da Smith için asla “yalnızca bir taş yığını” olmadı. O
katmanlar geçmişin karanlıklarına inen merdivenin basamaklarıydı. Tıpkı ambere
yakalanmış böcekler gibi merdivenin her basamağı da günümüzde karşılaşmadığımız
değişik canlıları yakalamış ve korumuştu.

İnsanın bilgi dağarcığına eklenen bu bilgilerden sonra onu organik değişimin
gerçekliğine inandıracak başka ne kalmıştı? Milyonlarca yıl boyunca düzgün bir biçimde
akan yaşamın kimi bileşenleri evrim geçirip değişirken kimiyse yokolup gidiyordu.
Ancak insanlık, gezegenin geçmişini anlatan bu görüntüyü bir film gibi izleyeceğine,
değişik dönemlerinde çekilmiş donuk fotoğraflar olarak algılıyordu.

Demiş ya ozan sevgilisine: “Bilmem ki bu gülüşden ben ne kasdettim sen ne
anladın ?”

Sıradan vatandaşın bilgisi genişleyip derinleşiyor olmasına karşın hem kendisi
hem de kendisine bu değerli bilgileri sunan biliminsanları çocukluklarından beri
kendilerine işlenmiş olan dogmalara bağlı kalmayı yeğliyorlardı. Kayalarda yatan nesli
tükenmiş canlılarla bugün yaşamda olan canlıların fiziksel ilişki içinde olduklarına
kesinlikle inanılmıyordu. Cuvier, özellikle kara yaşamının giderek daha karmaşıklaşan
yapısını sergilediğinde, bu gerçek daha geleneksel düşünenlerin usunda hemen, “insana
doğru ilerleyen bir dizi” olarak algılanıyordu. Dizi, evrenin mimarının tasarımıydı;
önceden biliniyordu ve tasarlandığı gibi ilerliyordu. Dizi öğretisi Varlıklar Zinciri
öğretisinin bazı özelliklerini sergiliyordu. Dizi öğretisi, insan özekli bir öğretiydi. Bu
öğretinin yandaşları yaşam sürecinin amacının insan olduğuna inanıyor herşeyin ona
işaret ettiğini savunuyorlardı. Bu arada dizi öğretisi, varlıklar zincirini
zamansallaştırmanın olası olduğuna, onu gerçek anlamda evrimci bir hipotez
yapmaksızın geçmişe doğru uzatılabileceğine işaret ediyordu. Bu öğretide organik
varlıkların sahneye sırayla çıktığı, herbirinin katastrofik bir biçimde veya belki de
doğaüstü güçlerin uyarttığı jeolojik felaketlerle ortadan kalktığı savunuluyordu.

Gezegenin geçmiş bitki ve hayvanlar dünyasının tasarlanmış olan birliği ve
bütünlüğünde filogenetik bir ilişki olmadığı ancak bu tarih sahnesine çıkışta maddi
temelden daha üst düzeyde, ruhsal düzeyde bir ilişkiden sözediliyordu. Şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz ki, diziciler ruhsal evrimi, varlıkların gerçek fiziksel değişikliklerinden
önce onamıştı!

19. yüzyılın Darwin öncesi yarısında geleneksel Hristiyanlık öğretisiyle romantik
Alman felsefesinin karışımını görüyoruz. O dönemin yeni biliminin kavram ve bulguları,
“Yaratıcının tasarımı” öğretisine yamanıyordu. Bu düşüncenin büyük bir bölümü 18.
Yüzyılın son dönemlerindeki Alman romantik yazarlarından türemiştir. Gode von
Aesch’ın işaret ettiği gibi, Almanların tüm felsefe okulları dünyayı, “tanrının
veya doğa kitabının dili olan dev bir hiyeroglif dizgesi” olarak görüyorlardı. Aynı Alman
filozofları insanı organik dünyanın “mikrokozmozu” olarak tanımlıyor, insanın
embriyonik gelişmesinin, “hayvanların insanın fetüs aşaması olduğu” gerçeğini
yansıttığını savunuyorlardı.

Bu kavram, Darwin sonrası dönemde bazı ırkçı düşüncelerin kökenini
oluşturacaktı. En üst insan türü olarak Caucasian’ın embriyonik veya emziklik bebek
aşamasının diğer “alt düzey ırkları” andırdığı savunuldu. Yaşamı boyunca varlıklar dizisi
öğretisinin savunucusu olan ve Darwin ile sonuna dek savaşan Louis Agassiz insan
özekli dizi hipotezini sonuna dek savunmuş, “dizinin son terimi” olan insanın tarih
sahnesine çıkışıyla Yer’in tarihinin tamamlandığını ileri sürmüştür: “Anatomik
kanıtlardan yola çıkarsak, insan varlıklar dizisinin son öğesidir. Plana göre onun ötesinde
maddi bir geliţme sözkonusu olamaz”.

Sir Charles Lyell – Uniformitarian İlkenin Canlanışı

Cuvier ününün doruk noktasındayken Fransa ve İngiltere’nin önde gelen yerbilimcileri
katastrofik hipotezi savunuyorlardı. Tam bu sırada genç bir yerbilimci, Charles Lyell
(1797 – 1875) Principles of Geology adlı bir kitap yayınladı. Kitap, o dönemin baskın
yerbilim öğretisini ortadan kaldırmayı ve yerbilime bir kez daha sınırsız zaman ve doğa
kuvvetleri kavramlarını sunmayı amaçlıyordu. Lyell’ın bilim dünyasındaki çok önemli
yerini belirleyen etmenler, yerbilim dünyasında yarattığı düşünce değişikliği ve Charles
Darwin’in yaşamını derinden etkilemiş olmasıdır.

Sıradan vatandaş zaman ve çok uzun zaman dilimleri boyunca etkiyen doğal
kuvvetler kavramlarını gözden geçirmiş olmasaydı Darwin’in evrim hipotezi kolay kolay
onanamazdı. Dahası, Lyell’ın kitabının etkisi altında kalmasaydı Darwin’in kuramını
oluşturması ve ileri sürmesi büyük bir olasılıkla gerçekleşemeyebilirdi. Ancak çok
tuhaftır ki, Lyell’ın yerbilim alanında kazandığı utku, daha sonra Darwin’in dirimbilim
alanında kazanacağı utku denli büyük olmasına karşın, yaşamının son yıllarına dek
evrimci düşünceyi onamadı. Oysa bugün baktığımızda evrim, Lyell’ın sunduğu düşünce
dizgesinin doğal sonucu olarak görülüyor! Varlıklar dizisini savunanların ardı ardına
gelen organik dünyasının, “yelkovanın o görünmeyen ancak şaşmaz hızıyla ilerleyen bir
dünya olduğu” gerçeğini ortaya atma görevi Darwin’in olacaktı. Daha önceleri ünlü
gökbilimci Halley, 1717 yılında, Güneş dizgesinin uzayın belli bir köşesinde kararlı bir
biçimde demirlemiş olmaktan çok devasa bir yıldızlar dizgesi içinde belli bir yöne doğru
sürüklendiğini bulmuştu.

Artık Darwin yalnızca insanın değil tüm yaşamın değişim içinde olduğunu,
kiminin yaşama yükselirken kiminin neslinin tükenmekte olduğunu, evrim geçirdiğini,
değiştiğini duyurmaya hazırdı. Ne Yer’deki canlı yaşam ve bir bütün olarak evren 18.
yüzyıl dünya görüşünün savunduğu gibi kararlı dizgelerdi, ne de varlıklar dizisi, 19.
yüzyıl düşünürlerinin sandığı gibi son terimi olan insanı tarih sahnesine çıkarma
göreviyle yüklü bir tasarımdı!

Darwin, Lyell’ın Principles of Geology adlı kitabının ilk baskısını Beagle’da
okudu. Yolculuk dönüşünde Lyell’ın hayranlarından biri oldu. Darwin çok iyi bir
gözlemci ve de kitap kurduydu; bu yadsınamaz. Ancak Lyell’ın erken dönem
çalışmalarını okuyanlar onun Darwin’in evrimci kuramına çok yaklaştığını hemen
göreceklerdir. Eğer Lyell, doğal seçim ilkesini kitabının güdücü ilkesi yapsaydı,
Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabı Lyell’ın Principles of Geology adlı kitabından
rahatlıkla türetilebilirdi!

Darwin’in kuramının ilk özetinde Augustine de Candolle’den alınmış olan bir
alıntı göze çarpmaktadır: “doğanın savaşı”. Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabında da
Fransız botanikçisi Candolle’e gönderi yapıyor. Darwin’in “varolma savaşımı”
(struggle for existence) kavramını Malthus’dan aldığı savunulur. Bunun doğru olduğu
söylenemez. Darwin’in kendisi Fransızcasının çok iyi olmadığını yakın çevrelerine
söylemiştir. Diğer yandan Lyell’ın kitabına sıkça başvurduğu bilinmektedir. Lyell’in
kitabının üçüncü cildinin otuzbeşinci sayfasında Lyell, Candolle’e gönderiler
yapmaktadır. Türlerin Kökeni adlı kitabının ilk baskısında da Darwin, “ De Candolle ve
Lyell tüm organik varlıkların acımasız bir yarış içinde olduklarını göstermişlerdir”
diyerek “varolma savaşımı” kavramının kaynağına işaret etmiştir.

Sir Charles Lyell “varolma savaşımı” ilkesinin, türlerin neslini tüketen yıkıcı
yanını tamamen kavramış olmasına karşın bu ilkenin yaratıcı yanını kavramakta aynı
beceriyi gösterememiştir. Ancak onun “günümüzde tanık olduğumuz kuvvetlerin
geçmişte de işlerlikte olduğu” yönündeki inancı sarsılmaz bir ilkeye dönüştü. Nesli
tükenmiş olan Paleozoik deniz artropodlarından olan Trilobitlerin gözleri üzerine yaptığı
incelemelerden, “o dönemlerde de okyanuslar bugün olduğu gibi ışık ışınlarını geçirecek
denli saydamdı. Atmosfer de saydamdı ki ışınlar denize dek ulaşıyordu. Bu demektir ki
Güneş o zamanlar da çevresine ışık veren bir gök cismiydi” ve benzer çıkarsamalar
yapmıştır. Sir Charles Lyell fosil yağmur damlalarını inceleyen ilk araştırmacıdır. “Bu
damlaların boyutları bugünkü yağmur damlalarının boyutlarına benzemektedir”
saptamasıyla, jeolojik zamanın tanıdığı en eski dönemlerdeki atmosferin yoğunluğunun
bugünküne denk olduğu sonucunu çıkarıyordu.

İşte, katastrofik yerbilim doktrininin yavaş yavaş sönmesine neden olan kanıtlar
böylesine dikkatli ve inatçı gözlemler sonunda gerçekleşiyordu. Sir Charles Lyell’ın bu
başarıları sonunda bir tarih bilimcisi 1835 yılında şunları yazıyordu: “Doğanın bugün
gözlediğimiz kuvvetlerinin sınırsız zaman içinde işlerlikte olduğunun gösterilmesi
üzerine, Yer’in evrimini kuyruklu yıldız çarpması, Nuh tufanı, vb. gibi doğal felaketler
veya doğaüstü elatmalarla açıklamaya gerek kalmayacak”. Lyell, “varlıklar dizisi” adlı
Hristiyan doktrininin baskın olduğu dönemden arda sağlam kalan ve daha sonra Darwinci
olan bir biliminsanıdır.

Non – Progressionism

James Hutton Yer’i, kendi kendini ayarlayan, kendini yenileyen ve sınırsız zaman
boyunca varlığını sürdüren bir özdevimli makine olarak görmüştü. Hutton kendinden
önceki dönemlerde oluşturulmuş olan bir dizi evrenbilim söylencesine ve, Yer’in
oluşumuna ilişkin kuramlara ilgisiz kaldı. Hutton’a göre bu çabalar söylencesel ve
kanıtlanamaz çabalardı. Hutton’ın oluşturduğu dizgenin tutarlı olabilmesi için Yer’in
süregelen oluşumuna doğaüstü, gizemli veya açıklanamayan kuvvetlerin bulaşmaması
gerekiyordu. Gezegenimizin yüzeyini aşındıran ama aynı zamanda yeni yüzeylerin
oluşumunu sağlayan kuvvetler, bugün mimari yeteneklerine tanık olduğumuz rüzgar,
don, akar sular ve o dönem için gizemli olan Yer’in iç ısısıydı. Organik yaşam Hutton’ın
ilgisini çekmemişti. Yalnızca sınırsız geçmişe doğru uzandığını onamıştı. Yine Hutton
zamanında türlerin neslinin tükeneceğine veya türlerin giderek daha karmaşık yapılar
kazanacağına ilişkin kanıtlar henüz toplanmamıştı.

Sir Charles Lyell, Principles of Geology adlı kitabını yazmaya başladığı sıralarda
uniformitarian ilkeyi onamış bir biliminsanıydı ancak koşullar Hutton’ın 1780 yılında
karşılaştığı koşullardan farklıydı. Lyell’ın çalışmalarını yürüttüğü yıllarda canlıların
neslinin tükendiğine ilişkin kanıtlar birikmişti. Daha da önemlisi, katastrofist
yerbilimcilerin insan özekli “varlıklar dizisi” felsefesi, Hutton’ın uniformitarian ilkesinin
antitezini oluşturuyordu! Tarihsel açıdan baktığımızda “varlıklar dizisi” evrimci kurama
giden yolda dev bir adım olarak görülebilir. Ancak Lyell’ın döneminde 1830 lı yıllarda bu
doktrin tıpkı katastrofizm gibi bilimsel ilkelerde gerileyişi ve yerbilime doğaüstü
elatmaların sunuluşu çabalarını simgeler. Uniformitarian yerbilimi savunan Lyell’ın aynı
zamanda “varlıklar dizisi” öğretisini onaması beklenemezdi. Çünkü yukarıda da
değindiğimiz gibi bu öğreti, katastrofizmin dirimbilimdeki dengiydi. Bu zor koşullar
nedeniyle Lyell’ın konumu en baştan beri çelişkili değilse bile belirsizdi.

Yerbilimde katastrofist doktrine karşı belirgin bir utku kazanmış olmasına karşın
Lyell mutluluğu doyasıya tadamıyordu. Organik değişikliklere ilişkin yadsınamaz bilgiler
giderek artıyordu. Bunları görmezlikten gelmek olanaksızdı. Varlıklar dizisini savunan
birisi için bunlara, “özel yaradılış” veya “Tanrının elatması” biçiminde bir açıklama
getirmek son derece kolayken, tüm yaşamı canlıların neslinin tükenişine ve bir üst
düzeyden olmak üzere yeniden yaradılışına karşı çıkmakla geçmiş olan birisi için sürekli
sıkıntı kaynağı oluyordu. Katastrofizmin geçersiz olduğunu savunan Lyell’ın karşısına
çözülmesi çok zor bir sorun çıkıyordu. Bu sorun Hutton’ın karşısına çıkmamıştı.
Karşıtları ondan, yalnızca inorganik dünyadaki değişiklikleri değil aynı zamanda organik
dünyadaki değişiklikleri de uniformitarian ilkeler temelinde çözmesini bekliyorlardı!
Diğer bir deyişle Lyell ya canlılar dünyasına elatan gizemli veya doğaüstü güçleri
açıklayacak ya da gezegenimizin de bir zamanlar bilinmeyen kuvvetlerce yoğurulduğunu
onamak zorunda kalacaktı.

Bu aşılması çok zor bir engeldi. Darwinci ilkenin, türlerin dönüşüme uğradığı
gerçeğinin henüz bilinmediği o aşamada Lyell’ın önünde bir tek yol vardı. O da
düzeltilmiş uniformitarian ilkeydi: uzay ve zamanın sınırsızlığını onarken, dikkatli ve
çekimser bir biçimde, “canlıların büyük organik değişiklikler geçirdiği” savının
kanıtlanamayacağını savundu. Onun zamanındaki bilgiler ışığında belli yaşam
biçimlerinin neslinin tükendiği gerçeğini yadsımak olanaksızdı. Ünlü yerbilimci Hutton,
uniformitarian yerbilimi öğretisine büyük bir tehlike oluşturan varlıklar dizisi öğretisini
ortadan kaldırmak istiyordu. Bu arada taşbilimden yeni bulgular geliyordu: birbirinden
ayrı dönemlere ait olduğu sanılan canlı varlıkların fosillerinin aynı katmanda bulunması
üzerine katastrofik yerbilim öğretileri gözden düşmeye başladı. Katastrofistlerin,
“Yaşadığı çağı çok iyi biliyoruz” dedikleri canlıların savunulan çağlardan daha önce de
8yaşadıkları ortaya serilince, bu dizinin son elemanı olan insanın kökenine, dizinin
gerçekten “son elemanı” olup olmadığına ilişkin kuşkular doruk noktasına çıktı. Bunun
üzerine Lyell birbirini izleyen varlıklar dizisi öğretisinin doğru olmadığını duyurdu.
Henüz Darwin tarafından ortaya atılmamış olmasına karşın artık kendisini yavaş yavaş
duyumsatan “evrimci” ilerleme düşüncesini, doğaüstü cila çekilmiş varlıklar dizisi
öğretisi sandığından yadsıdı. Tuhaftır ki, organik değişiklikleri doğal kuvvetler cinsinden
açıklamaya çalışırken, organik değişiklik düşüncesinin kendisini yadsıma noktasına
geldi! Yukarıda da değindiğimiz gibi Lyell’ın durumu en başından beri zor ve karışık bir
durumdu. Organik değişikliklere doğal bir açıklama getirmek amacıyla bu değişikliklere
neden olan kuvvetler üzerinde yoğun araştırmalar başlattı. Bu çalışmalar daha sonra
Darwin ve çalışma arkadaşı Wallace’ın çok işine yarayacaktı.

Uniformitarian okulun tüm üyeleri doğaüstü veya bilinmeyen kuvvetlerin evrene
elatmalarını yadsıdılar. Bu okul, zamanın sınırlı olduğunu, evrenin doğaüstü elatmalarla
önceden belirlenmiş bir yöne doğru ilerlediğini yayan Hristiyan öğretisine karşı
yürütülmüş olan bir başkaldırıyı simgeler. Bu okul, evrene uygulanan Newtoncu
yaklaşımı Yer’e uygular ve Yer’in de doğa kuvvetlerinin etkisi altında, aynı ilkelerle
kendi kendini ayarlayan, yenileyen ve kendi bağrından yeni varlıklar üreten özdevimli bir
makine olduğunu savunur. Kuvvetlerin sürekliliği ve zamanın sınırsızlığı kavramlarıyla
evrimci düşünceye büyük katkılarda bulunmuştur. Malthuscu seçim ilkesini ustaca
uygulayan Darwin, uniformitarianların gereksinimi olan gözlenebilir “doğal” kuvveti
sağlayarak, doğaüstü elatmalara karşı duydukları korkuyu böylece ortadan kaldırmış
oldu.

Non – uniformitarian Evrenbilim

İnsanlık, tanrıyı bilimin ilgili dallarından ait olduğu teoloji alanına “sürdükleri” için
Uniformitarian yerbilimcilere ve evrimci dirimbilimcilere çok şey borçludur. Bu
biliminsanlarından öğrendiğimiz ilkeler, geçmişi görebilmek onu yeniden gözlerönüne
serebilmek ve günümüzü nasıl yoğurduğunu anlayabilmek için bugün, Güneş’in altındaki
herşeyin yeni olduğunu ve “zaman oku” yönünde geriye dönmemecesine ilerlediğini,
zamanın çevrimsel değil, geri dönüşsüz ve yaratıcı olduğunu onamamızı gerektiriyor.
Darwin kendinden önceki entellektüel akımları durgun ancak derinden akan bir
ırmakta buluşturma becerisini gösteren bir biliminsanıydı ve alçakgönüllüydü: “Ben,
benden sonrakilerin otobana çevireceği bir patika açtım”.

Darwin öncesi ve çağcılı olan biliminsanları ‘varolma savaşımının’ yapıcı ve
üretken yanını görememişlerdir. Çağcıl dirimbilimciler evrimi ‘türlerin yetersiz besin
depoları için verdikleri savaşım olmaktan çok, toplam besin depolarını arttıracak ve
böylece paylarına düşen besinleri alacak biçimde gelişmeleri’ olarak tanımlıyorlar”
saptamasını yapmadan edemiyoruz. Ancak bu başka bir yazının konusu!

Beagle ile dünya turuna çıkmadan önce Darwin evrim hipotezini oluşturmuştu
bile! Ancak bu hipotezi “alan çalışmasında” kişisel gözlemleriyle doğrulamak istiyordu.
Darwin’i Darwin yapan davranış, hipotezinin sınanması konusunda gösterdiği istekti.
9Leonardo, Kepler, Hutton, Smith, Cuvier, Lyell ve Darwin gibi biliminsanlarının
ortak bir yanı vardı: sınırsız bir zaman içinde evrim geçiren doğayı, bugün burada
gözlediğimiz kuvvetlerin etkileşimi cinsinden açıklamak ve gerekirse bu bilgiler ışığında
geçmişe inen basamağın merdivenlerini oluşturmak.

Bilim ve Gelecek, sayı 61, Mart 2009

Kaynaklar:

Loren Eisley, Darwin’s Century, Anchor Books,Doubleday and Company Inc., Garden
City New York, 1961.

Eric J. Lerner, The Big Bang Never Happened, Times Books, Random House, Inc, NY,
1991

Yorum bırakın